“Türk-İslâm
tarihi siyasî olarak ne zaman başlar” diye bir soru sorulsa, cevabı muhakkak ki
“Karahanlılar” olacaktır. Öyledir de. Türklerin ilk Müslüman devleti olan
Karahanlılar İmparatorluğu, Selçuklu ve nihayet Osmanlı ile zirveye ulaşan
büyük Türk-İslâm medeniyet yürüyüşünün başlangıcıdır; Karahanlılar, bu
medeniyetin ilk halkası ve kurucu atasıdır.
Bugün her ne kadar tarih sahnesinden çekilmiş durumda olsa da, halen, geniş Türkistan (Orta Asya)
coğrafyasının dört bir yanında geride bıraktıkları miras, gelişip serpildikleri şehirler, sosyal,
kültürel ve tarihî etkileri yaşamaya devam etmektedir. Bu büyük devletin ilk
başkenti ise Balasagun'dur.
Balasagun
şehri, Kırgızistan'ın Doğu Türkistan (Kaşgar şehri) sınırında yer almaktadır. Bişkek’ten karayolu ile yaklaşık 1,5 saatlik bir
mesafede olan şehir, bir zamanlar tarihî İpek Yolu’nun güzergâhı üzerinde bulunuyordu.
Yüzyıllarca, kentin çevresini saran dağlar arasından geçen İpek Yolu’nu izleyen
kervanlar, Balasagun ya da hemen yakınında bulunan Tokmak şehrinde mola
verirlerdi. Bu yüzden her iki kent, kadim Orta Asya’nın önde gelen kültür ve
ticaret merkezleri arasındaydı.
Bölgeye
“Kırgız” adıyla bilinen Türk kavminin gelmesi 15-16. yüzyıllardadır. Yenisey
bölgesinde yaşayan Kırgızların güneye inerek buraları vatan edinmesinden önce
ise, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar başta olmak üzere, çeşitli Türk devletleri
hüküm sürdüler bu coğrafyada. Balasagun’un asıl yükselişi ise Karahanlılarla birlikte
oldu.
“Karahanlı”
tanımlaması -Erdoğan Merçil’in ifadesiyle- “doğu ve batı Türkistan’da hüküm sürmüş
ilk İslami Türk sülalesine” Avrupalı şarkiyatçılarca “kendi unvanlarındaki
‘kara’ (yani) ‘kuvvetli’ kelimesinin çok sık geçmesinden dolayı verilen” bir
addır. Çağdaş İslâm kaynaklarında ise bu devlet, yine bir unvan olan “İlig”
(Hanlar) tabiri ile “el-Hakaniye”, “el-Haniye” ve “Al Afrasiyab” şeklinde zikredilmektedir.
840-1212
yılları arasında hüküm süren ve bugünkü Kırgızistan, Özbekistan,
Tacikistan, Kazakistan ve Doğu Türkistan toprakları üzerinde hüküm süren Karahanlılar’ın
başlangıçta iki yönetim merkezi vardı: Balasagun ve Kaşgar. Tüm Karahanlıların
hükümdarı olarak bilinen “büyük kağan” ise Balasagun’da otururdu.
Balasagun,
dağların eteğinde uzanan geniş bir ovanın ortasında kurulmuştur. Şehre, Bişkek’ten
karayoluyla, tarihi en az Balasagun kadar eski olan Tokmak şehrinden geçilerek
gidiliyor. Balasagun şehrine yaklaşırken ilk dikkatleri çeken ise, ıssız ovanın
ortasında yapayalnız duran “Burana” oluyor.
“Burana”
kelimesi, Kırgızca Türkçesinde, “minare” kelimesinin bozulmuş şekli olarak
kullanılmaktadır. Burana adı zamanla, Balasagun adını unutturmuş ve onun yerine
geçmiş.
Minare,
Karahanlı Türkleri tarafından inşa edilen pek çok mimarî eserlerden biridir.
Dönemin mimarî üslubuna uygun olarak tabandan itibaren daralarak yükselen
spiral bir görünüme sahiptir. Dış yüzeyi ise, yine sonraki dönem pek çok
Türk-İslâm eserinde görüleceği üzere geometrik şekillerle bezenmiştir.
11.yy.da yapılmış
olan Burana minaresinin orijinal uzunluğu 38 metreyken, 16.yy.da meydana gelen
bir deprem sonucu 21 metreye düşmüş.
Karahanlılar, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra,
taşıya geldikleri kadim mirası bu yeni ve cihanşümul medeniyet ile taçlandırmışlar
ve parlak bir imar faaliyetine girişmişlerdir. Daha sonra Selçuklular yoluyla
Anadolu’ya da taşınacak olan bu yeni imar faaliyeti İslâm şehir anlayışına da yeni
bir boyut getiriyordu. Bu bağlamda camiler, medreseler, ribatlar, köprüler inşa
yapılıyor; şehirler, yeni dinin medeniyet perspektifinden yeniden ihya ve inşa ediliyordu.
Yine, Türklerin kadim zamandan beri sahip
olageldikleri “öte dünya” inancının bir tezahürü olarak ortaya çıkan kurgan
mezar geleneği, İslâmiyet’in kabul edilmesi ile birlikte kümbet ve türbe
mezarlara dönüşüyordu. Böylece İslam dünyasında yeni bir mimarî form ortaya
çıkıyordu. Aynı şekilde kervansaraylar inşa yoluyla ticaret ve ekonomik
faaliyetlerin canlandırılması yolunda önemli bir adım atılıyor, kendilerinden
sonra hâkimiyeti devralacak olan Selçuklulara iktisadî sahada önemli bir birikim
devrediliyordu.
Karahanlılar,
bütün bu imar faaliyetlerini devam ettirirken yeni kabul ettikleri dinin
yaygınlaştırılması için de büyük gayret sarf ediyorlardı. Böylece İslamiyet,
Karahanlılar ile birlikte Orta Asya’da hızla yayılacak ve Türk milletinin ortak
dini haline gelecektir. Bu bağlamda, mesela, Cent’e çekildikleri zaman henüz
Müslüman olmayan Selçuklu Türkleri, Karahanlılar döneminde İslâmiyet’i kabul
edecekler, bir müddet sonra da cihanın gördüğü en büyük Müslüman devletlerden
birini kuracaklardır.
Balasagun
şehrinde, Burana minaresinin yanı sıra M.S. 6-10.yüzyıllara ait yaklaşık 80
kadar mezar taşı da bugüne kadar gelebilmiştir. Bu taşların büyük kısmı insan
formu şeklindedir.
Eski Türkler
mezar taşlarını iki durumda insan formlu olarak yaparlardı: Ya ölen kişinin
kendi kahramanlıklarını ya da savaşta öldürdüklerini simgelemek üzere. Bu
amaçla dikilen mezar taşlarından birincisine “sin”, ikincisine ise “balbal” adı
verilirdi. İnsan formlu mezar taşı geleneği İslamiyet’ten sonra da devam etmiş,
ancak insan yüzü, yerini -Osmanlı örneğinde olduğu gibi- insanı çağrıştıran
farklı simgelere bırakmıştır.
Balasagun’un
kadim mezarlığında rast gelinen bir başka mezar taşı da, üzerinde resim yazı ya
da runik yazıların bulunduğu taşlardır. Mezarlığın çeşitli yerlerine dağılmış
bu ilginç ve ünik taşlar da, kaybolmadan araştırmacıların ilgisini
beklemektedir.
Bu arada, mezarlıkta
dikkatleri çeken, üzerinde Arap harfli yazıların bulunduğu taşların ise daha
yakın dönemlere ait oldukları görülmektedir.
Bu tablo, Balasagun’un
İslamiyet’ten önce de önemli yerleşim yerlerinden biri olduğunu gösterdiği
kadar, Türklerin kültürel geçmişe ve ölüme duydukları saygının büyüklüğünü de
ortaya koymaktadır kuşkusuz.
Karahanlı Hükümdarı Satuk Buğra Han, daha şehzade
iken, 822’de, İslâmiyet’le tanışmış ve
Müslüman olmuştu. 10. yüzyıl ortalarında tahta geçince de (944), İslamiyet’i
resmî din haline getirmiş ve böylece tarihin akışını değiştirecek bir adım
atmıştır. Kendisi de Abdulkerim adını almış ve tarihe “Abdulkerim Satuk Buğra
Han” namıyla şerefli bir ad bırakmıştır.
Karahanlılar tarafından başlatılan ilim ve kültür
faaliyetleri çok kısa zamanda tüm İslâm dünyasına yayılmış ve etkileri bugüne
kadar devam edecek derin izler bırakmıştır. Öyle ki, daha o çağda Kur’an’ı
Kerim tercümeleri yapılmış, bir taraftan fetihler yoluyla İslâmiyet’in
yaygınlaştırılması yolunda mücadele edilirken, aynı zamanda, yeni dinin Türkler
arasında sosyal ve kültürel olarak yerleşip güçlenmesi için de büyük gayretler
gösterilmiştir.
Bunun yanı sıra, hâkimiyetleri altındaki bölgelerde
Türk kültürünün de gelişip güçlendiğine de tanık olmaktayız. Ve böylece
Karahanlılarla birlikte, bir Türk-İslâm edebiyatı ortaya çıkmıştır. Bu sebeple
bu devir “Türk kültür tarihinde Karahanlı devri” olarak adlandırılır.
Karahanlılar döneminin en bariz karakteri, eserlerin
Türkçe olarak kaleme alınmasıdır. Nitekim o dönemden elimize ulaşabilen üç
önemli eserin de ortak yönü budur. “Kutadgu Bilig” ve “Atabetül Hakayık” Türkçe
yazılmış, “Divanü Lügat’it-Türk” ise Arapça olmasına karşın, Türk dilinin Arap
diliyle “at başı gittiğini” ortaya koyabilmek, Araplara Türkçe öğretebilmek
amacıyla kaleme alınmıştır.
Kutadgu Bilig’in yazarı, dönemin büyük felsefeci ve düşünürlerinden
biri olan Balasagunlu Yusuf’tur. 1070 yılında hükümdara sunulan eserinin adı,
“saadeti mümkün kılan bilgi” anlamına geliyordu ve ilk yazılan siyasetname örneklerinden
biriydi. Karahanlı hükümdarı da ona, “ulu kişi” anlamına gelen “Has Hacib”
unvanını verecek ve bundan sonra “Yusuf Has Hacib” olarak tanınacaktır.
“Divanü Lügat’it-Türk” müellifi Kaşgarlı Mahmud ise
Karahanlı hükümdar ailesine mensuptu. Ancak o, devrin karmaşasının da etkisiyle,
devlet yönetiminden uzak durmayı tercih etmiş ve kendini ilme adamıştı. Böylece
Türklerin sosyal, kültürel, iktisadî hayatına ve inançlarına dair pek çok bilgi
bize kadar gelebilmiş, Mahmud, belki de yitip gidecek bir siyasetçi olmaktan
kurtularak, ünü çağları aşan bir büyük âlim olmuş, ebedîleşmiştir.
Yine Karahanlılar döneminin, tesirleri devirleri
aşarak günümüze kadar gelen, bir diğer büyük şahsiyeti de Ahmed Yesevî’dir.
Yesevî, Karahanlı ikliminde yeşerttiği tasavvuf ocağıyla, kısa zamanda tüm
Türkistan’ı manevî olarak kuşatmış, alperen dervişler yoluyla Selçukluların
fütuhat yolculuğunun manevi öncüsü olmuş, Osmanlı ikliminin zeminini
hazırlamıştır.
Balasagun,
Karahanlı Devleti’nin 13. yüzyıl başlarında tarihe karışmasından sonra eski
parlak günlerini kaybetmiştir. Bağrında barındırdığı mimarî miras da –zamanla- savaşlar
ve tabii afetler yoluyla harap olmuş ya da toprağa gömülmüştür. Yalnızca Burana
minaresi, o azametli geçmişin tek şahidi olarak ayakta kalmayı başarmış ve
günümüze kadar gelebilmiş.
Ve bu
yalnız minarenin cazibesiyle Balasagun’a gittiğinizde tarihin kokusunu alarak
dönüyorsunuz. Öyleyse, seyahat rotalarımızın yönünü doğuya, medeniyet ve
kültürümüzün kadim kaynaklarına çevirmenin vakti gelmedi mi?
Bu yazı, Şehir ve Kültür dergisinin Haziran 2017 sayısında yayınlanmıştır.