Böyle
başlar Kaşgar’ı tanımlamaya Uygur yazar Ferhat Ciylan, “Kaşgarlı Mahmut” adlı
eserinde. “Altın yüzlü kubbeleri”, gökyüzüne uzanmış minareleri, renkli
çinilerle süslenmiş, kapı ve pencereleri nefis oyma nakışlarla bezeli sarayları
vardır, o zamanlar, Kaşgar’ın…
Kaşgar, Şian kentinden başlayan iki ipek
yolunu buluşturan konumu ile tarih boyunca önemli bir ticaret ve kültür merkezi
oldu. Ve İpek Yolunun incisi olarak adlandırıldı.
Kimi araştırmacılara göre, adı, Koşkar,
Köşker ya da Kaşkar denilen oymaktan gelmektedir. Bu adı çağrıştıran, belki de
sinonim olan kimi adlara Kırgızistan, İran ve Anadolu’da da rastlamaktayız.
Kırgızistan-Özbekistan sınırındaki Koşkar-Ata şehri, İran’daki Kaşkay Türkleri
ve Karadeniz’deki Kaçkar dağları gibi.
Bir başka görüş de, adını, çevresinde
bol miktarda bulunan “kaş” yani yeşim taşından aldığını söyler. Zeki Velidi Togan ise bu adın Saka dilinde
“Kaş” hükümdarı demek olabileceği görüşündedir. Etimolojik kökeni ne olursa
olsun, Kaşgar’a en yakışan tarifi Yusuf Has Hacib yapmaktadır. Şöyle der
Kutadgu Bilig adlı eserinde: Kaşgar için “Ordu Kent” derler. Hanın oturduğu
şehir demektir. Çünkü Alp Er Tunga (Afrasiyab), havası güzel olduğu için burada
otururdu.
Gerçekten de Kaşgar, bilinen üç bin
yıllık tarihi boyunca bu sıfatı en çok hak eden şehirlerden biridir. Kurulduğu
günden sonra hep merkez şehir, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun
“Kaşgar’da Vakit” şiirinde ustalıkla vurguladığı gibi, “divan şehri” olagelir. Divanı Lügati’t-Türk
müellifi de bu adın, 11. asırda, “Doğu Türk ilinde tanınmış bir şehir adı”
olduğunu kaydeder.
Taberî’nin
naklettiğine göre 715’te Fergana bölgesine kadar ilerleyen Kuteybe b. Müslim, Kaşgar’ı
alarak İslâm’ın ilk nüvelerini eker, Doğu Türkistan topraklarına. İki asır
sonra ise bu kez, Karahanlıların başkenti olarak yükselir. 932’de İslâmiyet’i
kabul eden Satuk Buğra Han hükümdar olunca, Karahanlılar, bir İslam devleti
haline gelir. Ve bu mukaddes din, Kaşgar’dan başlayarak Türkler arasında hızla
yayılır, onların ebedî ve ayrılmaz kimlikleri olur. Yani o günden başlayıp
bugüne kadar şerefle taşınan ilay-ı kelimetullah emanetinin ilk omuzlandığı yerlerden
biri olur Kaşgar.
Karahanlılar devri şehrin en parlak
dönemlerindendir. Siyasî ve iktisadî sahalarda olduğu kadar edebî ve kültürel olarak
da dünyanın başlıca medeniyet merkezlerinden biri haline gelir. Kaşgarlı
Mahmut, Yusuf Has Hacip, Edip Ahmet Yükneki gibi dehalara beşiklik eder, Divanı
Lügat’it Türk, Kutadgu Bilig ve Atabetül Hakayık benzeri kimi günümüze
gelebilmiş kimi de tarihin içerisinde yok olmuş/edilmiş kıymet biçilemez
eserler burada yazılır.
Kaşgar’ın parlak siyasî ve kültürel tarihi
18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren değişmeye başlar. 1754’te Mançular
tarafından işgal edilir tüm Doğu Türkistan’la birlikte. Yüzyıl süren bu işgale
karşı sonlanmayan istiklâl arayışları 1867’de başarıya ulaşır ve Yakup Han
Bedevlet önderliğinde “Kaşgarya” devleti kurulur. İlk iş olarak İstanbul’a elçi
gönderilir, Osmanlı’nın himayesine girildiği ilân edilir. Elçi, İstanbul’da büyük
bir ilgiyle karşılanır. Yakup Han’a birinci rütbeden “nişân-ı Osmânî” ile kılıç
ve alem gönderilir. Bu tarihten sonra Doğu Türkistan da hutbeler önce Sultan Abdülaziz,
1877’den itibaren de Sultan İkinci Abdülhamit adına okunur. Bugün bile Doğu
Türkistan’da bu iki ismin en çok rastlanan erkek isimlerinden olmasının
sebeplerinden biri de budur.
Ne var ki, uzun zaman ayrı kalmış
kardeşlerin buluşması dönemin süper güçleri İngiltere ve Rusya’yı rahatsız
eder. Doğu Türkistan, bu kez de “Büyük Oyun”un sahnesine çevrilir. İki ülke arasında
yaşanan çekişmede satranç taşı olur. İlân edildiği tarihte Kaşgarya
Devleti’nin bağımsızlığı hem İngiltere hem de Rusya tarafından resmen tanımış
olmalarına rağmen, bu devletin Osmanlı ile yakınlaşmasından sonra her iki ülke desteklerini
geri çeker ve Doğu Türkistan’ı Çin’in nüfuzuna terk ederler. Ve bunun ardından,
1882’de, -tarihte ilk kez- Çin tarafından “ilhak” edilir, akabinde de adı
“Şincan (Sinkiang)”a çevrilir.
1933’te Doğu Türkistan yeniden
bağımsızlığını kazanır ve “Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti” kurulur. Başkent
yine Kaşgar’dır. Bu devlet de, tıpkı Kaşgarya devleti gibi yüzünü Türkiye’ye
çevirir. Öyle ki, sadece renklerini değiştirerek Türk bayrağının şeklini,
ölçülerini aynen benimser. Ve büyük bir heyecan ile ilk uluslararası mesajını
da Türkiye’ye gönderir: “Gökbayrak’tan Albayrak’a selam!”
Ne var ki, bu seferki başkentliği de uzun
sürmez Kaşgar’ın. “Komünist” Sovyetler Birliği, ülkeyi işgal ederek,
“Milliyetçi” Çin’e devreder. Yani Stalin Rusyası ile Can Key Şek Çini bu Türk
devletinin yok edilmesi için işbirliği yaparlar. 1944’te bu kez “Doğu Türkistan
Cumhuriyeti” adıyla bir kez daha bağımsızlık elde edilir. Lâkin beş yıl sonra, 1949’da,
bu defa da Çin Halk Cumhuriyeti tarafından işgal edilir ve bugüne kadar devam
eden makûs talihi de böyle başlar.
Bu son işgalle birlikte, ülke
medeniyetinin bel kemiği Kaşgar’ın İslâm kimliği hızlı bir tahribata maruz
kalır. Özellikle 1960’lardaki kültür devrimi sırasında yüzlerce cami, medrese,
saray, imaret, han, hamam… yıkılıp tarihî miras yok edilir.
Bugün, geçmişin o ihtişamlı mirasından
ancak birkaçı ayakta kalabilmiştir. Bunların en önemlisi, “bayram yeri” anlamına
gelen “İydgâh” camiidir.
Yaklaşık 17 bin metrekarelik bir alanda
15.yüzyıl ortalarında inşa edilen cami, Türk İslâm şehir anlayışına uygun
olarak tarihî Kaşgar’ın merkezinde yer alır. Geniş bir avluya sahiptir ve bu
avlunun etrafı su arklarıyla çevrilerek bölümlere ayrılmıştır. Bu büyük alanda
caminin yanı sıra medrese, imaret vb. yapılar da mevcutken hiçbiri günümüze
gelememiştir. İydgâh, günümüzde dahi
Orta Asya’nın en büyük camilerinden biri özelliğini sürdürmektedir ve şehrin
İslâm kimliğini ayakta tutan nadir eserlerden biridir.
Kaşgar’da isimlerini duyunca yüreğimizin
bam tellerini titreten çeşitli mekânlar da vardır. Ancak bunların önemi, bugün
üzerinde dikilen yapılardan değil sinesinde barındırdıkları simalardan
kaynaklanır.
Bunların ilki, büyük âlim Kaşgarlı Mahmud’a
aittir. Eserinin bulunması ile Türk dili tarihinin yeniden yazılmasını sağlayan
“Divan-ı Lügat-it Türk”ün müellifi, tam adıyla, Hüseyin bin Muhammed oğlu Mahmud
El Kaşgarî, Kaşgar'dan 45 km güneybatıda yer alan Opal kasabasında 1008 yılında
dünyaya gelir. Karahanlı şehzadelerinden olmasına karşın siyasetten uzak
durarak, kendini dil ve folklor araştırmalarına verir ve Türkçe’nin söz
varlığının yanı sıra İslâm öncesi Türk edebiyatı, folkloru, tarihi ve
mitolojisini de içine alan bu dev ansiklopedik eserini vücuda getirir.
Kaşgarlı Mahmud, Orta Asya’daki çeşitli
Türk kabilelerini yıllarca dolaşarak yaptığı bu araştırmalardan sonra, Anadolu
üzerinden geçerek Bağdat'a gider ve eserini 1072-1074 yılları arasında orada tamamlar.
Ardından, Türkçe’nin Arapça ile at başı giden zengin bir dil olduğunu ve Türkçe
öğrenmenin öneminin altını çizerek dönemin Abbasi halifesine takdim eder.
Kaşgarlı Mahmud, Divanı Lügat-it Türk adlı
eserinin sonuna bir de harita ilâve eder. Harita, iki yönüyle çok önemlidir.
Birincisi, o tarihte, dünya üzerinde ilk defa Japonya bir haritada
gösterilmiştir. Bu da Türklerin o çağdaki coğrafya bilgisinin ne derece ileri
seviyede olduğunu gösterir. İkincisi ise haritasının yuvarlak çizilmiş
olmasıdır. 17. yüzyıl Avrupasında Galileo’nin başına gelenler düşünüldüğünde, bunun
ne kadar önemli olduğunu söylemek muhaldir sanırım.
Kaşgarlı Mahmud'un dönüp dolaşıp geldiği
yer yine yetiştiği topraklar, yani Kaşgar olur. Bir müddet memleketindeki
medresede müderrislik yaptıktan sonra 1105’te vefat eder ve bugünkü yerine
defnedilir.
Kaşgar’da medfun Türk-İslâm medeniyetinin
bir diğer büyük şahsiyeti de, elimize ulaşan ilk Türkçe siyasetnamenin müellifi
Yusuf Has Hacip’tir.
“Balasagunlu Yusuf” olarak da tanınan Yusuf
Has Hacip, Türk dilindeki ilk siyasetname ve mesnevi örneği olan “Kutadgu Bilig”
adlı eserini 1070 yılında tamamlar ve Karahanlı hükümdarı Kara Buğra Han’a sunar.
Kitabına bu adı, “okuyana mutluluk
getirsin, ona doğru yolu getirsin” diye koymuştur. Karahanlı hakanının yanında vezir
yardımcılığı yapan Yusuf Has Hacip, 1077 yılında Kaşgar’da vefat eder.
Ve her Müslüman olan Türk’ün üzerinde manevî hakkı olan Abdulkerim
Satuk Buğra Han… O da (ölümü 955) devletine başkentlik yapan Kaşgar
yakınlarındaki Artuç kasabasında yatmaktadır.
Bunlar, Kaşgar’ın bağrından yetişip,
beşeriyete ve medeniyetimize ışık tutanlardan ilk akla gelen isimlerden
bazılarıdır… Yoksa bu kadim şehirden yetişmiş nice önemli şahsiyet vardır, adı
bize kadar ulaşan ya da ulaşamayan… Kimi eserleriyle halen yaşamakta aramızda,
kiminin de eserlerinin yanı sıra mezarları da istilalar, işgaller, yıkımlar
sonucu kaybolmuş ya da bilinmeyen bir yerde -tıpkı Divanı Lügat-it Türk gibi-
gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir...
Ne var ki asıl büyük tehlike günümüzde
yaşanmakta… Tarihçi ve mimar George Michel’in tanımlamasıyla “Orta Asya’da
bulunabilecek geleneksel İslâm şehrinin en iyi korunmuş örneği” Kaşgar, Çin
yönetimince, özellikle 2009’dan itibaren her geçen gün daha da artan bir şekilde
yıkılıp talan edilmektedir. Amaç açık: Bu kadim şehri kadim Türk kimliği ve İslâm
medeniyetinden koparmak, tarih ve kültür mirasını yok etmek… Ve bu barbarlık sonucu,
altın yüzlü kubbeleri, gökyüzüne uzanmış minarelerinden eser kalmadığı gibi,
Müslüman Türk siması da tamamen ortadan kalkmak tehlikesiyle yüz yüzedir
Kaşgar’ın.
Milattan önce, tâ Büyük Hun devrinden
başlayarak bir Türk şehri, Satuk Buğra Han’la birlikte Anadolu’dan önce, İslâm
olan Kaşgar! Ne olacak akıbetin? Ah
Kaşgar, ah kadim şehir!
"Yazı, Şehir ve Kültür dergisinin Nisan 2017 tarihli sayısında yayınlanmıştır."