(Hive'nin 2020 Türk Dünyası Kültür Başkenti olmasına ithafen)
Maveraünnehr, Ceyhun (Amuderya) ile Seyhun
(Sirderya) ırmakları arasında uzanan
coğrafyayı ifade eder. Türk tarihinde Aşağı Türkistan olarak bilinen iki ırmak
arası bu bölge, yüzyıllar boyu yalnız Orta Asya’nın değil İslâm dünyasının da başlıca
merkezlerinden biri olmuştur. İşte Kızılçöl’ün ortasında kaldığından “kumlara
açılan şehir” olarak da bilinen Hive bu merkezin en güzel şehirlerinden biridir.
Bugün Özbekistan sınırları içinde
bulunan Hive, Büyük Türkistan coğrafyasındaki diğer şehirler gibi kadim
zamanlardan beri önemli bir yerleşim yeri olagelmiştir. Yapılan arkeolojik
araştırmalar, milattan önce 5. yüzyılda da burada bir şehir yaşantısı olduğunu
ortaya çıkarmıştır.
Hive, İslâmiyet’in de Türkistan’da ilk
yayıldığı yerlerden biridir. Maveraünnehr’e adım atan Müslüman orduları,
8.yüzyıl başlarında şehri fethettiler. Yüzyıl sonra önce Samanoğulları,
ardından Karahanlıların hâkimiyetine girdi. 10.yüzyıl başlarında, meşhur
coğrafyacı El İstahri, dünyanın en büyük otuz şehrini listelerken, aralarında
Hive de bulunuyordu. Karahanlılardan sonra da Selçuklu ve nihayet Harzemşahlar
Devleti’ne tabi oldu. Bu dönemlerde ulaştığı müreffeh seviye, Otrar Faciasından
sonra Orta Asya’ya akmaya başlayan Moğol istilası ile yok oldu.
Yeniden yükselişi, Orta Asya’ya Moğol
sonrası dönemde ihya ve inşacısı Timur ile başladı. 16.yüzyılda ortaya çıkan ve
başkent olması hasebiyle kendi adıyla anılan Hive Hanlığı ile bugünkü
görünümünü aldı.
1512’de kurulan Hive Hanlığı, aslında,
Orta Asya’da görkemli imparatorluklar çağının sonunu simgeliyordu. Artık,
dünyaya nizam veren büyük imparatorluklar beşiği Türkistan’da hanlık denilen
bölgesel devletler dönemi başlıyordu. İşte, Hive’nin de içinde yer aldığı bölgeden dolayı “Hârizm Hanlığı” olarak da bilinen ve yeni
dönemin klasik devletlerinden biri olarak ortaya çıkan Hive Hanlığı, beş yüz
yıldan fazla yaşayacak ve 1924 yılına kadar varlığını sürdürecektir. Ama her ne
kadar öncülleri gibi cihanşümul olamayacaksa da, onlardan devraldığı medeniyet
ve kültür mirasını görkemli bir şekilde devam ettirerek, bugünkü hayranlık
uyandıran Hive’yi inşa edeceklerdir.
Hive hükümdarları, ilme ve
sanata değer veren kişilerdi. Şîr Gazi Han, İlbars Han, Timur Gazi Han,
Muhammed Rahim Han, Ebulgazi Bahadır Han ile Allahkulı Han gibi hanlar, hem
âlim ve edipleri himaye etmişler hem de görkemli mimarî eserler inşa
ettirmişlerdir.
Bu hükümdarlar arasında Ebulgazi Bahadır
Han, çok sıkıntılı, çalkantılı ve başka Türk devlet ve boylarına sığınarak
geçirdiği uzun yıllardan sonra, 1642’de, hanlık tahtına oturmuştur. İktidara
geldiği yıllar ülke açısından da zor günlerin yaşandığı zamanlardı. Ekonomi
çökmüş, sosyal ve kültürel hayatta gerileme başlamıştı. Bahadır Han, ülkeyi
hızla toparladı ve uzun yüzyıllar yaşayacak bir siyasî ve iktisadî sistemin temellerini
atıp sağlamlaştırdı.
Ancak, Türk tarihi açısından Ebulgazi
Bahadır Han’ı önemli kılan yalnızca devlet yönetimindeki bu başarısı değildir.
Onu asıl ölümsüz kılan, sözlü ve yazılı kaynaklara dayanarak Türkçe kaleme
aldığı Şecere-i Terakime ve Şecere-i Türk adlı eserleridir.
Sade bir Türkçe ile yazılan birinci
eserde Oğuz Han ve soyu anlatılmakta, Türk damgalarına yer verilmekte ve
Türklerin kadim zamanlardan beri sürdüre geldiği kültürel değerler üzerinde
durulmaktadır.
Şecere-i Türk adlı eser ise, Orta
Asya’nın son imparatorluğu olarak tanımlayabileceğimiz Şeybaniler Devleti
hakkındadır. Kitap, 1717’de İsveçli bir esir tarafından Sibirya’da bulunmuş ve
dört yıl sonra Almanca olarak yayınlanmıştır. Bu anlamda, Batı dünyasında çok
erken tanınma imkânı olmuş, güvenilir bir kaynak olarak kabul edilmiştir. Bu eserinde Ebulgazi Bahadır Han, kendisini de ilk tarihçi
hükümdar olarak tanımlar. İlginç olan ise, o dönemde kendi hükümdarları
tarafından Türk olarak tanımlanan halklara bugün bizim boy adlarıyla hitap
etmemiz olsa gerek. (Bu vesileyle, her fırsatta dile getirmeye çalıştığım bir
gerçeği yine ifade etmek istiyorum. Divan-ı Lügatit-Türk gibi Şecere-i Türk de
tesadüfen bulunmuş ve kamuoyuna mal edilmiştir. Acaba daha ne kadar kayıp
yazılı kaynaklarımız var? Bugün neredeler? Her biri, bugün medeniyet merkezi
bilinen pek çok şehrin, halkın daha adının bilinmediği, tarihte var olmadığı
zamanlarda kaleme alınmış kaç eserimiz kayıptır? Sanırım bunlara verilecek
cevap, bizim kendimizin de boyun eğip razı olduğumuz “göçebe”, “ganimetçi”,
“yerleşiklikten bihaber” millet olduğumuz “masalı”nın ortadan kalkmasını temin
edecektir.)
Bugün, Özbekistan’ın
Harezm bölgesinde bulunan Hive, kadim şehir kuruluşunu en çok muhafaza
edebilmiş Türkistan şehirlerinden biridir. Eski Türk şehir planına göre iç ve dış
kale şeklinde inşa edilmiştir. Özbek Türkçesiyle Dıç(h)an (Dışhan) Kale olarak
adlandırılan ve topraktan inşa edilen dış kale surlarının yalnızca kalıntıları
bugüne gelebilmiştir. Eskiden, şehre giriş için 11 kapı olduğu göz önüne
alındığında, dış kalenin ne kadar geniş bir alanı ihata ettiği ve dönemine göre
ne kadar kalabalık bir nüfus barındırdığı açık olarak görülecektir.
İç(h)an (İçhan) Kale olarak
adlandırılan iç kalesi ise, dış kalenin aksine, büyük oranda sağlam kalabilmiştir.
2 bin 200 metre uzunluğa sahip iç kalenin surları 10 metre yüksekliğindedir ve kalınlığı
yer yer 7 metreye kadar ulaşır. İç kalenin dört giriş kapısı var. Güneyden
başlayarak Taş Kapı, Ata Kapı, Bahçe Kapı ve nihayet doğu tarafındaki Pehlivan
Kapı.
Hive Hanlığı döneminde, sahip olunan diğer yerler gibi
Hive’de de pek çok cami, medrese ve kütüphane inşa etmişlerdir. Bu eserlerin
önemli bir kısmı Rus Çarlığı ve Sovyetler Birliği döneminde yok edilmişse de,
bugüne gelebilenler bile o günlerin ihtişamını anlamamıza kâfi geliyor.
Bunların en dikkat çekicilerinden biri Cuma Camii, yerli dille Cuma
Mescidi’dir.
İslâm
cami mimarisinin nadir örneklerinden olan Cuma Mescidi, ahşap kolonlar üzerine
inşa edilmiştir. Her biri göz alıcı bir görüntüye sahip olan bu kolonların
sayısı 212’dir. Yapının tam ortasının ise üstü açıktır. Sanki, buradan yayılan
güneş ışınlarının ibadet mekânına ayrı bir uhrevilik katması için böyle yapılmış
gibidir.
Kolonların
her biri bir beton kaide üzerine oturtulmuştur. Görüntü, âdeta, okkaya
batırılmış divit izlenimi verir. Kolonlar bir noktadan sonra incelerek ahşap
tavana kadar uzanır. Her bir kolon, ahşap işçiliğinin en narin örneklerini
üzerinde bulunduran farklı bir işçiliğe sahiptir. 5 binden fazla kişinin aynı anda namaz
kılabileceği genişliğe sahip caminin en önemli özelliği ise, mekânın, herkesin
imamı görebileceği bir şekilde tasarlanmış olmasıdır.
Cami,
ilk olarak Karahanlılar döneminde, 10.yüzyılda inşa edilmiş ve dönem dönem
yapılan ilâvelerle 18.yüzyılda bugünkü görünümünü almıştır. Buna bağlı olarak, yapıyı ayakta tutan kolonların da farklı
tarihlerde yapıldığı görülmektedir. Meselâ kolonların 21’i 10 ila 12.
yüzyıllara aittir. Bunların üzerine, diğer sütunlardan farklı olarak kûfi hatlı
ayetler işlenmiştir.
Tarihî Hive şehrinin en
karakteristik özelliklerinden biri de sahip olduğu abidevî minareleridir. Öyle
ki, mesela, Cuma Mescidi’nden 200 metre uzaklıktaki bir hat üzerinde,
birbirinden güzel görünümlü beş farklı minare yer alır. Cuma Mescidi’nin
minaresi en merkezî konumda bulunur ve devasa bir görünüşüyle Orta Asya dinî
mimarisinin klasik örneklerinden birini oluşturur. En uzun minare ise, 57,5 metre
yüksekliğiyle İslâm Han Medresesi içinde inşa edilen minaredir.
Hive
şehrinde birer şaheser şeklinde gökyüzüne uzanan minarelerin en şaşaalı görünüme
sahip olanı ise Kalta Minare olarak adlandırılan yarım minaredir. Şehre girer girmez hemen dikkatleri
çeken, turkuaz renkli çinilerle bezeli göz alıcı bu minare 28 metre
yüksekliktedir. O dönemin üniversitelerinden biri olan 124 odalı Muhammed Emin
Han medresesinin bir parçası olarak inşa edilmiştir. Adı olan “kalta” kelimesi,
“kısa” anlamına gelmektedir
ve bunun ilginç bir hikâyesi
vardır.
Hive
halkı arasında, şehri ziyarete gelenlere anlatılan rivayete göre, mimar, başlangıçta
70 metre olarak planlanan minarenin benzerinin yapılamaması için kendisinin
öldürülebileceği endişesine kapılır. Bu korkuyla minareyi tamamlamadan şehri
terk eder. Rivayet böyle ama gerçek başkadır. Emir Han, bir savaş sırasında
öldürülünce yapımı yarım kalır. Medrese ise günümüzde otel olarak kullanılmaktadır.
Her ne kadar ülkemizde,
medrese olgusunu, Büyük Selçuklu dönemine, Nizamülmülk’e dayandırarak anlatma
yolunda genel bir eğilim varsa da, aslında medreselerin ortaya çıkışı Orta Asya
bağlamındadır. Bu anlamda, medrese mimarisi de Anadolu’ya Türkistan’dan
taşınmıştır. Bugün, Özbekistan’a seyahat edenler, medrese yapılarındaki ortak
mimarinin benzerliğine bizzat şahit olmaktadırlar. Buradaki medreselere de, ön
cephede bulunan taç kapıdan girilir ve dikdörtgen bir görünüme sahiptirler.
Medreselerin ortalarında geniş bir avlu bulunur. İki katlı inşa edilmişlerdir
ve alt katları derslik, üst katları ise yatakhane olarak kullanılmıştır.
Hive, bir açık müze
şehirdir. İç kalenin içinde geçmiş yüzyılların yapıları göz alıcı bir şekilde
uzanır. Her bir köşede bir başka ihtişam karşılar ziyaretçileri. Bunlardan, Kuhna
Ark (Eski Saray) ise en çok korunabilmiş yapılardandır. 17.yüzyılda inşa
edilmiş sarayda, hanedan mensuplarının yaşadığı mekânlar, cami, mutfak ve
muhafızların barındığı odalar günümüze kadar sağlam olarak gelebilmiştir.
Hive’nin dikkat çekici
yapılarından biri de Pehlivan Mahmut Türbesi’dir ve turkuaz seramiklerle kaplı
dev kubbesiyle şehri siluetinde önemli bir yer tutar. 1701 yılında yapılmış
olan türbe, 14.yüzyılda yaşamış, savaşçılığı ve şairliği aynı kimlikte
buluşturabilmiş, yazdığı tasavvuf şiirleriyle tanınan Pehlivan Mahmut’a aittir.
Ölümünden üç asır sonra inşa edilmiş olması, Türklerin kahramanlar ve edebî
şahsiyetleri hiçbir zaman unutmadığını da göstermektedir aslında. Hive
hanlarının mezarları da buradadır.
Sovyet ihtilâline kadar Orta
Asya Müslümanlarının önemli dinî merkezlerinden biri olan Hive’de doksan dört
cami ve altmış üç medrese bulunmaktaydı. 1924’ten sonra medreselerin tamamı ve
camilerin büyük bir kısmı kapatıldı. İslâm
medeniyetine büyük katkı sağlayan Büyük Türkistan coğrafyasının en önemli
şehirlerinden biri olan Hive’nin, yeniden kadim ruhuna kavuşması 1991’deki
bağımsızlıktan sonra mümkün olabildi. Camiler de mahzunluktan kurtuldu; şehirle
mabetler yeniden buluştu, tıpkı bedenle ruhun bütünleşmesi gibi. Bugün Hive, içinde bulunan tüm tarihî eserleri ile UNESCO Dünya Mirası listesine alınmış durumdadır.
Şehri gezenlere sanki bir masal dünyasının içindeymiş hissi
veren büyüleyici bir manzaraya sahip Hive, 2 bin 500 yıllık bir kent. İpek Yolu
üzerinde bulunan en eski yerleşim yerlerinden biri. Yine çok önemli bir yer
olan, üzerinde tarihe yön veren birçok hadisenin vuku bulduğu Ürgenc şehrine yarım
saat uzaklıkta. Özbekistan’ın farklı yerlerinden uçakla ve karayolu ile ulaşılabiliyor.
Ve Hive, muhteşem görünümüyle kucaklarını açmış, sevenlerini tarihte yolculuğa
çıkarmak için beklemektedir.
ŞEHİR VE KÜLTÜR DERGİSİ, OCAK 2019