Ana içeriğe atla

DİKKAT! ÇİN VİRÜSÜ'NE, “ÇİN VİRÜSÜ” DENİLMEMELİ (İMİŞ)!


Dünyayı saran ve Kovid-19 olarak kodlanan yeni tip koronavirüs, hemen her ülkeyi etkilemeyi sürdürüyor. Hasta sayıları, ölümler hemen her yerde geometrik bir artış gösteriyor. Hükümetlerce, salgının etkisini azaltabilmek, denetim altına alabilmek için olağanüstü çabalar harcanıyor: Ülkeler, şehirler karantina altına alınıyor, günlük hayat evlere hapsoluyor, her dine ait mabetlerde ibadetler sınırlanıyor. Ekonomik ve ticari hayat da durma noktasına gelmiş halde.
Peki, niçin böyle oluyor? Bunun müsebbibi, bölgesel bir vakanın “pandemi” boyutuna ulaşmasının sorumlusu kim?
           Hemen herkesin tek bir ülkeyi, Çin Halk Cumhuriyeti’ni göstereceğini düşünüyorsunuz değil mi? Maalesef, ahvalin gidişatı başka bir yöne doğru ilerliyor. Nasıl mı?
Hatırlayacaksınız, konu dünya gündemine yeni yılın ilk günlerinde geldi. Aslında Aralık ayında kokusu çıkmıştı ama vakalar hakkındaki bilginin saklanması, üstünün örtülmesi, daha da vahimi Çin devletinin dezenformasyon politikası dolayısıyla niteliği anlaşılamamıştı. Hatta –konuyu takip edenler bilirler- Aralık ayında Çin’de yeni bir enfeksiyon salgını olduğu duyumları geldiğinde, birçok insan bunu Çin’e karşı bir komplo olarak yorumlamış, kulak asma gereği bile duymamıştı.
Sonra mızrak çuvala sığmadı. “Dünyanın süper gücü” Çin, zerre büyüklüğündeki virüsün üstesinden gelemedi ve felaketi kabul etmek zorunda kaldı. Ve tarihin her döneminde benzer durumlarda yaptığı gibi, halkının üzerine acımasızca saldırmaya başladı. İnsanları evlerine mühürledi, kapıları lehimlerle kaynattı, kısacası her yeri bir tür cezaevine dönüştürdü.
Dünyanın bu en büyük sansür ülkesinden dışarı sızabilen görüntüler bile, en katı yürekleri dahi sızlatacak kadar vahim, dehşet vericiydi. Karantina altına alınmak istemeyen insanların üzerine kurşun sıkılıyor, gencecik kızlar zincirlerle birbirlerine bağlanıp sokaklarda sürükleniyor, genç-yaşlı demeden ağaçlara, direklere kelepçeleniyorlardı. Yine sosyal medyada yer alan görüntülerde, binalara acımasızca hapsedilen insanların pencerelerinden “yardım, yardım!” diye haykırışları kulakları çınlatıyordu.
Çin’de hayat neredeyse durmuştu. İnsanlar, yeni tip koronavirüsten olduğu kadar, devletin şedit uygulamalarından da korkarak sokağa çıkamaz hale gelmişti. (Tabii, daha önce söylenilenlere inanmak istemeyenler de dâhil, dünyadaki herkes, Çinlilerin beslenme kültüründen ve o dehşet verici, mide bulandırıcı yerel pazar yerlerinden de haberdar oluverdi, bu arada.)
Ve Mart ayı başlarında Çin, pandemiyi kontrol altına aldığını açıkladı. Artık, ölen ve karantinaya alınan kişilerin sayısının azaldığını, hatta yeni vaka yaşanmadığını duyurmaya başladı.
Ne var ki, asıl dramatik tablo bundan sonra ortaya çıktı. Çin, bunları söylerken, oradan çıkan virüs tüm dünyaya yayılıvermişti. Karantina altına alınmayan, sağlık kontrolleri yapılmadan çıkışlarına izin verilen, kuluçka halindeki virüs taşıyan Çinliler, doğudan batıya hemen her ülkeye, enfeksiyonu beraberlerinde taşımış, küresel bir salgının tohumunu ekmişlerdi.
Ve bunun sonucu olarak dünyanın hemen her köşesinde, her ülkede, patlama halinde vakalar ortaya çıkmaya, ölümler yaşanmaya başladı.
Ama bir de ne görelim! Virüsün kaynağı Çin, sanki hiçbir kusuru yokmuş, sütten çıkmış ak kaşık gibi dünyayı itham etmeye, -inanılmaz ama gerçek- başka ülkeleri Çin’e “Çin virüsü” taşımakla suçlamaya başlamaz mı? Çin, sahip olduğu medya gücü ve başka ülkelerde uzun zamandır alt yapısını hazırladığı medya çalışmaları yoluyla olağanüstü bir propaganda faaliyeti başlattı.  Kendini aklama, başarılı gösterme algısı çabasına girişti.
Teessüf ki, bu propaganda, bizim ülkemiz dâhil birçok yerde yankı buldu. -Kimi uzun zamandır devam eden Batı karşıtlığı, kimi pompalanan virüsün önüne geçildiği haberleri halka moral olsun diye, kimi de – ve daha vahim olarak- bu ülkeye duymaya başladığı sempati ile Çin’in servis ettiği haberleri büyük bir iştihayla yaymaya başladı. Bunu yaparken, el edildiği söylenen (başarının!) nasıl sağlandığı, insani yönü unutuluverdi. Ahlaki ve beşeri değerler göz ardı edilerek, sadece sonuca odaklanıldı. Bir anlamda, başarı için her yöntem kutsanmaya başlandı. Bu bakış açısıyla, tarih boyunca halkına zulmeden hiçbir diktatör, zalim devlet yönetimi eleştirilmemeli, Mao’ya, Stalin’e madalya bile takılmalı üstüne üstlük!
Diğer taraftan, Çin’i aklama yarışında olanlar, bu konuda söyleyip yazanlar, Çin’in kendi halkına yaptıklarının yüzde biri Türkiye’de ya da bir başka hür ülkede yapılsa nasıl bir tepki verirlerdi acaba? Nitekim umreden dönenler örneğinde gördük, Çin ile kıyaslanamayacak ölçüde kendilerine konforlu bir ortam sağlanan kişiler nasıl davrandılar!
Hep beraber şahit olmadık mı?
Ve zurnanın zırt dediği yere gelirsek, Çinli yetkililer, ABD Başkanı’nın bir paylaşımında “Çin virüsü” ibaresini kullanmasını şiddetle protesto ettiler ve tehdit dolu bir açıklama ile virüse “Çin” sıfatının verilemeyeceğini ileri sürdüler. Korkulur ki yakında, kendilerinin dışındaki her ülkeyi virüs kaynağı olmakla da suçlamaya da başlayabilirler.
Fıkra gibi!
(Bu arada, ilk günden beri virüse “Çin virüsü” dediğimi hatırlatayım, efendim).

Bu blogdaki popüler yayınlar

Selçukluların Tarih Sahnesine Çıktığı KAYIP ŞEHİR: CEND

Nehrin ötesi anlamına gelen “Maveraünnehr”, Ceyhun Irmağı’nın kuzeyinde uzanan merkezî Asya bölgesini anlatır.   Müslüman Araplar, bu tanımlamayı, Grekler ve Romalıların klasik literatüründe kullanılan “Transoksiyana” sözünün tam karşılığı olarak kullanmışlardır. Bölgenin güney sınırlarını Ceyhun Irmağı (Amuderya) belirlerken, kuzey sınırlarında da Seyhun Irmağı (Sirderya) uzanır. Maveraünnehr, tarihin ilk dönemlerinden itibaren önemli yerleşim yerlerinden biri olmuş, medeniyetlere, cihan imparatorluklarına beşiklik etmiştir. Anadolu’ya, adları, Ceyhan ve Seyhan olarak taşınan bu ırmaklar arasında uzanan uçsuz bucaksız toprakları bir tenakuzlar coğrafyası olarak tanımlamak yanlış olmaz… Buralarda seyahat ederken verimli ovaların hemen ötesinde ufukları kaplayan bozkırlar karşılar insanı… Seyredenlere azamet duygusu veren yüce dağların zirvelerinden ise karlar hiç eksilmez… Aynı zamanda bir imparatorluklar beşiğidir Seyhun ve Ceyhun arası engin topraklar… Renkli ve sonsuzmuş

Çöl Ortasındaki Medeniyet Havzası: TURFAN

Rus kâşif Kuznetsov, “Orta Asya’yı gezen herhangi birine ayrımların dışında aklında ne kaldığını soracak olursanız, size ‘çelişkiler’ diyecektir” der. Gerçekten de anayurdun uçsuz bucaksız coğrafyasında, her yerde ve her şeyde insanda hayranlık uyandıran bir tenakuzla karşılaşmak âdeta tabii bir durumdur. Kadim İpek Yolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Doğu Türkistan’ın Turfan şehri, bu çelişkilerin en bariz misallerinden biri olarak karşımıza çıkar.   Şehrin kuzeyinde uzanan efsanevȋ Tanrı Dağlarının 5445 metre yüksekliğindeki Bogda Tepesi, yılın her günü buzullar ve karlarla örtülü iken, d ünyanın Lut Gölünden sonraki ikinci çukurunda yerleşen Turfan ise, denizden 154 metre aşağıda kurulmuştur ve sıcaklık yılın pek çok ayı boyunca 40 derecenin üstünde seyreder, yazın ise 50 dereceyi bulur.   Bu sebeple "od vahası", “alev vahası” olarak da adlandırılır. Şehrin etrafını çevreleyen dağların adları da bu tenakuzu gözler önüne serer ve coğrafya hakkınd

Balasagun: Unutulan Karahanlı Başkenti

“Türk-İslâm tarihi siyasî olarak ne zaman başlar” diye bir soru sorulsa, cevabı muhakkak ki “Karahanlılar” olacaktır. Öyledir de. Türklerin ilk Müslüman devleti olan Karahanlılar İmparatorluğu, Selçuklu ve nihayet Osmanlı ile zirveye ulaşan büyük Türk-İslâm medeniyet yürüyüşünün başlangıcıdır; Karahanlılar, bu medeniyetin ilk halkası ve kurucu atasıdır.   Bugün her ne kadar tarih sahnesinden çekilmiş durumda olsa da, halen, geniş Türkistan (Orta Asya) coğrafyasının dört bir yanında geride bıraktıkları miras,   gelişip serpildikleri şehirler, sosyal, kültürel ve tarihî etkileri yaşamaya devam etmektedir. Bu büyük devletin ilk başkenti ise Balasagun'dur. Balasagun şehri, Kırgızistan'ın Doğu Türkistan (Kaşgar şehri) sınırında yer almaktadır. Bişkek’ten karayolu ile yaklaşık 1,5 saatlik bir mesafede olan şehir, bir zamanlar tarihî İpek Yolu’nun güzergâhı üzerinde bulunuyordu. Yüzyıllarca, kentin çevresini saran dağlar arasından geçen İpek Yolu’nu izleyen kervanlar, Balasagun