Ana içeriğe atla

ARSLAN ALPTEKİN’İN ARDINDAN



Arslan Ağabeyi, aslında 1990’ların ilk yarısında tanımıştım. Rahmetli İsa Yusuf Beyin yanında çalışırken adını duyardım ama kendisi Amerika’da olduğu için 1990’ların başına kadar karşılaşmamıştık.
Hafızamda kalan en canlı anı ise İsa Beyin vefatı gününe ait… O gün, Ataköy’deki evde babasına taziyeye gelenleri karşılıyor, defin için hazırlıklar için koşturuyordu.
Ardından uzun yıllar çok yakın teşrik-i mesaim olmadı kendisiyle… Ta ki, 2006 yılı ortalarına kadar.
         O tarihte ben TRT Bakü Temsilcisi olarak Azerbaycan’da bulunuyordum. Türkiye’den gelen bir telefonu açtığımda karşıma Arslan Ağabey çıktı. Çok öfkeliydi. Öfkesi, rahmetli İsa Bey tarafından Türkiye vatandaşlığına geçmesi sağlanan ve yine onun büyük desteğiyle üniversite öğretim üyeliği yapmaya başlayan bir kişinin babası hakkında yazdığı –gerçekdışı iddialarla dolu olduğunu söylediği- bir yazı ile ilgiliydi. Benden bu kişinin İsa Beyle ilişkisine ait bildiklerimi öğrenmek istiyordu. Doğrusu bu durum benim de çok canımı sıkmıştı ve bildiklerimi Arslan Ağabey’le paylaştım
Ardından, ben Türkiye’ye dönünceye kadar muhtelif defalar yine telefonla görüştük. Bu sırada o, İsa Beyin hatıralarının ikinci cildinin yayımlanması için büyük gayret göstermiş ve daha önce Bayram Demir tarafından derlenen babasının hatıralarının, Dr. Ömer Kul tarafından tamamlanmasını ve oldukça derli toplu bir şekilde basılmasını sağlamıştı.
Arslan Ağabey, hakikatlerin ortaya çıkması için gayretini sürdürmeye devam ediyordu. Bu bağlamda özellikle, 1950’lerde Türkiye’ye gerçekleşen Doğu Türkistanlıların göç hikayesini ve bu konuda İsa Beyin rolünü anlatan bir eser vücuda getirmeye çaba gösteriyordu. Çünkü İsa Beyin arşivinde bulunan belgeler ışığında bu olayın gerçek boyutlarının kamuoyuna aktarılması gerektiği, hakikatin tam olarak anlatılması gerektiğine inanıyordu. Bu yapılmadığı için olaylar hakkında yazılanlar, anlatılanlar subjektif bir karakterde kalmış, gerçek tam anlamıyla ortaya konulamamıştı.
Bir başka ideali de İsa Beyle ilgili bir belgesel hazırlanmasıydı. Bunun için, ciddi bir by-pass ameliyatı geçirmiş olmasına rağmen dört bir tarafa koşturuyor, gerekli maddi kaynak ve sponsorluk için çaba gösteriyordu. Nitekim, rahatsızlığını öğrenmeden hemen önce, babasıyla ilgili anılarını kaydetmek için Süleyman Demirel’den randevu almış ve Ankara’ya gitmişti.
Bu seyahat, -ne yazık ki- onun son seyahati oldu. Ankara’dan, Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesinde kontrol için Manisa’ya geçti. Ve orada pankreas teşhisi konuldu. Bunun üzerine İstanbul’a, Cerrahpaşa Tıp Fakültesine sevk oldu. Ve burada yaklaşık 10 gün kadar yattıktan sonra, Prof. Dr. Ahat Andican başkanlığında son derece yetkin bir heyetin katıldığı ameliyata rağmen, hastalığının çok ilerlemiş olması ve ana damarlara yayılmış olmasından dolayı müdahale başarılı olamadı. Operasyondan iki gün sonra da Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Peki kimdi Arslan Alptekin?
Ben, onu öncelikle yürekten Doğu Türkistan davasına bağlı bir insan olarak tanıdım. Geçirdiği ciddi rahatsızlığa rağmen Doğu Türkistan meselesinden hiçbir zaman uzak durmadı. Çünkü o, daha çocukken, bu davanın çilesini çekmeye başlamış bir insandı. Babasının mücadelesinin tüm eziyetlerini yaşamış, mihnetlerine katlanmıştı. Doğu Türkistan’ın dışında, babası Çin’de mücadelesini sürdürürken orada dünyaya gelmiş, anayurdunu uzun yıllar sonra görebilmişti ilk olarak… Doğu Türkistan’a geldikten sonra da, burada yaşanan tüm sıkıntılara daha o yaşta katlanmaya başlamıştı. Sıkıntılar bununla da sınırlı kalmamış, 1949 yılında Doğu Türkistan’ın Çin tarafından işgal edilmesiyle birlikte o da o zorlu yolculuğa çıkanlar kervanına katılmıştı. Kara kışın ortasında, Himalaya Dağlarının geçit vermez sırtlarından Hindistan’a doğru kaçarken yolda soğuktan ayakları donarak kangrene dönüşmüş ve bu sebeple ayak parmakları kesilmişti.
Ben, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde kendisini ziyarete gittiğimde, onun bu halini ilk defa gördüm ve hikâyesini de daha ayrıntılı olarak öğrenme imkânı buldum.
Arslan Ağabey, çok güzel konuşan bir insandı. Doğu Türkistan meselesini anılarıyla da süsleyerek çok etkili bir şekilde anlatırdı. Onu dinledikten sonra, ön yargılı olmayan bir insanın bu meseleye ilgi duymaması mümkün değildi diye düşünürdüm her birlikte katıldığımız toplantı sonrası.
Arslan Ağabeyin bir başka önemli özelliliği de içindeki büyük Türkiye sevdasıydı. O, Doğu Türkistan meselesinin Türkiyesiz ve Türkiye sevgisi olmadan yürütülemeyeceğine inanıyordu. Tıpkı babası gibi, Türkiye’yi Türk dünyasının “kalpgâhı” kabul ediyor, Türkiye’ye sonsuz bir sevgi besliyordu.
O, bu davadan kişisel beklenti içinde olmayan bir insandı. Bunun için, “ben merkezli –egosantrik-“ bir tutumdan özenle kaçınıyordu. Bu işin bir kadro meselesi olduğunu ve ehil insanlar tarafından yürütülmesi gerektiğini söylüyordu. En önemli ideallerinden biri de İsa Yusuf Alptekin adına kurulan vakfı canlandırmak ve kafasındaki düşünceleri bu kanalla örnekleyebilmekti.
Velhasıl o, Doğu Türkistan meselesinden bir an bile ayrı kalmadı ve taşıdığı soyada layık bir duyarlılıkla meseleye sahip çıktı.
Umarım bir vesileyle onun Doğu Türkistan Davasıyla ilgili görüş ve düşüncelerini detaylarıyla anlatan bir yazı yazmak nasip olur.
Arslan Alptekin’in hakikati arama özelliği onun İslamiyet karşısındaki tutumunda da kendini ortaya koyuyordu. Son zamanlardaki sohbetlerimizde, Kur’an-ı Kerim mealini sıklıkla okuduğunu ve dini ana kaynağından öğrenme taraftarı olduğuna şahit oluyordum.
Onun bu inancı hastalığının son günlerinde yaşadığım bir olayda kendini açık olarak ortaya koyuyordu.
Vefatından iki hafta kadar önce, Manisa’da iken, kendisiyle telefonla görüştük. Bana İsa Beyle ilgili belgesel konusunu çabuklaştırmak istediğini söyledi. Sebep olarak da kendisine kanser teşhisi konulduğunu ifade etti. Ben telefondaki sesinin rahatlığını ve her zamanki samimiyet ve tonda konuştuğunu görünce duyduğumdan emin olamadım. Yanlış anladığımı düşündüm, ancak tekrar sormak da istemedim.
Bu görüşmeden iki gün sonra Cerrahpaşa’da ziyaretine gittiğimde konuyu yine aynı rahatlıkla, sanki apandisit ameliyatı olacakmışçasına anlattığını görünce, onun Allah’a olan inancı, kadere bakışındaki olgunluğa gıpta ettim desem yanlış olmaz.
Velhasıl, o bir dava adamıydı. İnandıkları uğruna son nefesine kadar mücadele etti. Öyle ki, hastanede kendisini son iki ziyaretim sırasında da ana konu onun hastalığı değil, Doğu Türkistan davasıydı. Tıpkı babası gibi o da Doğu Türkistan için tüketti ömrünü son ana kadar.
Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Selçukluların Tarih Sahnesine Çıktığı KAYIP ŞEHİR: CEND

Nehrin ötesi anlamına gelen “Maveraünnehr”, Ceyhun Irmağı’nın kuzeyinde uzanan merkezî Asya bölgesini anlatır.   Müslüman Araplar, bu tanımlamayı, Grekler ve Romalıların klasik literatüründe kullanılan “Transoksiyana” sözünün tam karşılığı olarak kullanmışlardır. Bölgenin güney sınırlarını Ceyhun Irmağı (Amuderya) belirlerken, kuzey sınırlarında da Seyhun Irmağı (Sirderya) uzanır. Maveraünnehr, tarihin ilk dönemlerinden itibaren önemli yerleşim yerlerinden biri olmuş, medeniyetlere, cihan imparatorluklarına beşiklik etmiştir. Anadolu’ya, adları, Ceyhan ve Seyhan olarak taşınan bu ırmaklar arasında uzanan uçsuz bucaksız toprakları bir tenakuzlar coğrafyası olarak tanımlamak yanlış olmaz… Buralarda seyahat ederken verimli ovaların hemen ötesinde ufukları kaplayan bozkırlar karşılar insanı… Seyredenlere azamet duygusu veren yüce dağların zirvelerinden ise karlar hiç eksilmez… Aynı zamanda bir imparatorluklar beşiğidir Seyhun ve Ceyhun arası engin topraklar… Renkli ve sonsuzmuş

Çöl Ortasındaki Medeniyet Havzası: TURFAN

Rus kâşif Kuznetsov, “Orta Asya’yı gezen herhangi birine ayrımların dışında aklında ne kaldığını soracak olursanız, size ‘çelişkiler’ diyecektir” der. Gerçekten de anayurdun uçsuz bucaksız coğrafyasında, her yerde ve her şeyde insanda hayranlık uyandıran bir tenakuzla karşılaşmak âdeta tabii bir durumdur. Kadim İpek Yolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Doğu Türkistan’ın Turfan şehri, bu çelişkilerin en bariz misallerinden biri olarak karşımıza çıkar.   Şehrin kuzeyinde uzanan efsanevȋ Tanrı Dağlarının 5445 metre yüksekliğindeki Bogda Tepesi, yılın her günü buzullar ve karlarla örtülü iken, d ünyanın Lut Gölünden sonraki ikinci çukurunda yerleşen Turfan ise, denizden 154 metre aşağıda kurulmuştur ve sıcaklık yılın pek çok ayı boyunca 40 derecenin üstünde seyreder, yazın ise 50 dereceyi bulur.   Bu sebeple "od vahası", “alev vahası” olarak da adlandırılır. Şehrin etrafını çevreleyen dağların adları da bu tenakuzu gözler önüne serer ve coğrafya hakkınd

Balasagun: Unutulan Karahanlı Başkenti

“Türk-İslâm tarihi siyasî olarak ne zaman başlar” diye bir soru sorulsa, cevabı muhakkak ki “Karahanlılar” olacaktır. Öyledir de. Türklerin ilk Müslüman devleti olan Karahanlılar İmparatorluğu, Selçuklu ve nihayet Osmanlı ile zirveye ulaşan büyük Türk-İslâm medeniyet yürüyüşünün başlangıcıdır; Karahanlılar, bu medeniyetin ilk halkası ve kurucu atasıdır.   Bugün her ne kadar tarih sahnesinden çekilmiş durumda olsa da, halen, geniş Türkistan (Orta Asya) coğrafyasının dört bir yanında geride bıraktıkları miras,   gelişip serpildikleri şehirler, sosyal, kültürel ve tarihî etkileri yaşamaya devam etmektedir. Bu büyük devletin ilk başkenti ise Balasagun'dur. Balasagun şehri, Kırgızistan'ın Doğu Türkistan (Kaşgar şehri) sınırında yer almaktadır. Bişkek’ten karayolu ile yaklaşık 1,5 saatlik bir mesafede olan şehir, bir zamanlar tarihî İpek Yolu’nun güzergâhı üzerinde bulunuyordu. Yüzyıllarca, kentin çevresini saran dağlar arasından geçen İpek Yolu’nu izleyen kervanlar, Balasagun