Ana içeriğe atla

Sinemanın Mezhebîleştirilmesi ya da Aynadaki Önyargı

Mecid Mecidi’nin “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” adlı bir filminin Türkiye’nin tanınan sinemacılarıyla önde gelen fıkıh otoritelerine ön gösteriminin yapıldığını, epey zaman önce duymuştum. Bu özel gösterime katılanların izlenimleri olumluydu ve bu alanda eser üretmedeki tıkanıklığın açılması için önemli bir adım olduğu kanaati uyandırmıştı bende.
Film gösterime girer girmez, beklenilmez bir tartışma içinde buldu kendini. Toplumun inanç yönünden duyarlı tüm kesimlerini hareketlendirdi. Ancak, yapılan yorumların çoğunun filmi seyretmeden sarf edildiği anlaşılıyordu ve bu tartışmanın merkezine de filmin yönetmeninin “Şii” olmasından yola çıkarak, Peygamberimizin hayatının bu mezhebin bakış açısıyla ele alındığı ve bunun “filmden öte bir şey” olduğu iddiası yerleştiriliyordu.
Yoğunluk nedeniyle filmi ilk hafta seyretme imkânım olmadı. Nihayet, bu hafta sonu, geç bir saatte de olsa seyrettim ve seyrettikten sonra tartışmalarda ortaya konulan iddialarla ilgili hayret ve şaşkınlık içinde kaldım.
Öncelikle, sonunda yer alan balık sahnesi dışında, Sünni anlatıda var olmayan hiçbir olay yoktu filmde ve her Mevlid kandilinde ya da Peygamberimizin çocukluğuyla ilgili rivayetlerde anlatılanlardan kesinlikle fazla değildi. Diğer yandan, özellikle, Hz. Muhammed (s.a.v)’in çocukluk şemailinin gösterilmesi konusunda yoğun bir tartışma yaşandı. Evet, çocukluk hayatı resmedilirken amorstan ve bir iki kez de, saçları yanaklarını örtmüş vaziyette profilden görüntülere yer verilmişti. Kanaatim, buna hiç tevessül edilmeseydi daha iyi olur  şeklinde ama burada iki önemli husus var:
Birincisi, bu bir biyografik film ve Peygamberimizin daha risalet verilmeden önceki dönemini, çocukluk yıllarını ele alıyor. Akla hemen “Çağrı” gelebilir, ancak o, bir biyografi çalışması olmaktan çok belli bir dönemi anlatan tarihsel bir filmdi. Daha da önemlisi, peygamberlik dönemini anlatıyordu. Tabii, eleştirilerde göz ardı edilen temel çelişkilerden biri de, özellikle tasavvufi anlayışta kalın bir çizgiyle çizilen ama genelde Sünni telakkide yaygın bir yeri olan “şemail” meseledir. Acaba, filmde gösterilenler, şemail kitaplarında anlatılanlardan daha mı abartılıdır? O tür eserlerde en ince detayına kadar yer alan tasvirler daha mı masumdur? Bence bu konunun da ciddiyetle ele alınması, filmi bu açıdan eleştirenlerin şemail kitaplarındaki “Şialık!” izlerini de eleştiriye tabi tutmaları gerekmektedir.
İkincisi, zaman zaman hemen tüm muhafazakâr kanallarda yayınlanan diğer peygamberlerin hayatlarını anlatan filmlerin, dizilerin durumudur. Sizlerin de, büyük ihtimalle en az birkaç kez rasgelmiş olabileceğiniz bu filmlerde, mesela, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Yusuf, Hz. Musa gibi peygamberler, risalet dönemlerindeki faaliyetleri ile ilgili doğrudan canlandırılmakta, hatta Hz. Yusuf filmlerinde görüldüğü gibi hayatları magazinleştirilebilmektedir. Buna karşı hem de Ramazan ve kandil geceleri gibi dini hassasiyetlerin yoğun olduğu günlerde ekranlara taşınmalarına rağmen   herhangi bir itirazla da karşılaşmadan yayınlanmaktadırlar. Oysa temel Müslümanların temel inanç esaslarından biri de, “Allah’ın peygamberleri arasında ayrım yapmamaktır” (2/285) ve bu bağlamda bu tür filmler de, en az Peygamberimizin şemailini tasvir eden filmler kadar vahimdir ve vahim olmalıdır.
Sonra, sinema konusunda hüküm verebilmek için din âlimi olmanın yeterli olmayacağı iddiası… Buna karşı, din âlimi olmadıkları halde, meselâ Hayrettin Karaman gibi bir fıkıhçının olumlu görüş bildirdiği dini bir konuda otorite imişcesine davranmalar…
Bu bilgiler ışığında bakıldığında filme esas karşı çıkışın “Şia” olgusundan kaynaklandığı ve bazı Sünni kesimlerde, en az bazı Şialarda olduğu kadar keskin bir önyargı ve dışlayıcılığın olduğudur: Şii bir yönetmen çekmiştir; öyleyse kasti bir düşüncesi vardır. Bundan dolayı, tartışmasız reddedilmeli ve ötekileştirilmelidir. Filme mezhep skolastiğinden yapılan bu bakış, karşıtını da doğurmayacak mıdır ve bu durumda vahdet nasıl sağlanacaktır?
Oysa burada izlenmesi gereken yöntem öncelikle filmin seyredilmesi, varsa ondan sonra hangi hususların İslam akidesine aykırı olduğunun delilleriyle ortaya konulmasıdır. Aksi takdirde, daha düne kadar kendine özgü bir sinema dili geliştirdiğiyle övünülen bir yönetmenin böylesine çabuk linç edilmesi, özlenen sinema dilinin oluşması, İslam tarihini içeriden anlatacak, kendi yerli ve özgün üslubu olan yönetmenlerin yetişmesini etkilemeyecek midir? Yine, aynı filmi, örneğin Batılı, Müslüman olmayan bir yönetmen çekseydi, aynı “Şia” iddiaları dile getirilecek miydi, yoksa “Hollywood” kalitesinde bir “başyapıt” övgüleri mi düzülecekti?
Merak ettiğim bir husus daha var: Filmi eleştirenlerin, aynı metin içinde kullandıkları, “yönetmen ve kameramanın” “tanrısal rolü”, “tanrısallığı” ve kameraya atfedilen “her yerde hazır ve nazır”, “her şeye gücü yeten” türü tanımlamaları… Bunlar, filme yöneltilen ithamlardan daha mı masum ve “Sünni” akideye daha mı uygundur? Bu sıfatlar İslam akidesinde kime atfedilir ve Batı literatüründen aynen tercüme ederek kullanmak en azından bir tövbe etmeyi gerekli kılmaz mı acaba?

Bütün bunların dışında filmle ilgili kendi kanaatime gelince, sinema tekniği ve dili açısından, bence, son yıllarda seyrettiğim en iyi filmlerden biri ve herkese seyretmelerini tavsiye ederim. 

Bu blogdaki popüler yayınlar

Selçukluların Tarih Sahnesine Çıktığı KAYIP ŞEHİR: CEND

Nehrin ötesi anlamına gelen “Maveraünnehr”, Ceyhun Irmağı’nın kuzeyinde uzanan merkezî Asya bölgesini anlatır.   Müslüman Araplar, bu tanımlamayı, Grekler ve Romalıların klasik literatüründe kullanılan “Transoksiyana” sözünün tam karşılığı olarak kullanmışlardır. Bölgenin güney sınırlarını Ceyhun Irmağı (Amuderya) belirlerken, kuzey sınırlarında da Seyhun Irmağı (Sirderya) uzanır. Maveraünnehr, tarihin ilk dönemlerinden itibaren önemli yerleşim yerlerinden biri olmuş, medeniyetlere, cihan imparatorluklarına beşiklik etmiştir. Anadolu’ya, adları, Ceyhan ve Seyhan olarak taşınan bu ırmaklar arasında uzanan uçsuz bucaksız toprakları bir tenakuzlar coğrafyası olarak tanımlamak yanlış olmaz… Buralarda seyahat ederken verimli ovaların hemen ötesinde ufukları kaplayan bozkırlar karşılar insanı… Seyredenlere azamet duygusu veren yüce dağların zirvelerinden ise karlar hiç eksilmez… Aynı zamanda bir imparatorluklar beşiğidir Seyhun ve Ceyhun arası engin topraklar… Renkli ve sonsuzmuş

Çöl Ortasındaki Medeniyet Havzası: TURFAN

Rus kâşif Kuznetsov, “Orta Asya’yı gezen herhangi birine ayrımların dışında aklında ne kaldığını soracak olursanız, size ‘çelişkiler’ diyecektir” der. Gerçekten de anayurdun uçsuz bucaksız coğrafyasında, her yerde ve her şeyde insanda hayranlık uyandıran bir tenakuzla karşılaşmak âdeta tabii bir durumdur. Kadim İpek Yolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Doğu Türkistan’ın Turfan şehri, bu çelişkilerin en bariz misallerinden biri olarak karşımıza çıkar.   Şehrin kuzeyinde uzanan efsanevȋ Tanrı Dağlarının 5445 metre yüksekliğindeki Bogda Tepesi, yılın her günü buzullar ve karlarla örtülü iken, d ünyanın Lut Gölünden sonraki ikinci çukurunda yerleşen Turfan ise, denizden 154 metre aşağıda kurulmuştur ve sıcaklık yılın pek çok ayı boyunca 40 derecenin üstünde seyreder, yazın ise 50 dereceyi bulur.   Bu sebeple "od vahası", “alev vahası” olarak da adlandırılır. Şehrin etrafını çevreleyen dağların adları da bu tenakuzu gözler önüne serer ve coğrafya hakkınd

ÖRNEK BİR BÜYÜKELÇİLİK

            Bugün bayram... Gönüllerimizin umutla dolduğu, sevinç içinde olmamız gereken günler, bugünler... Bu sebeple ben de bu anlamlı günde, ülkemiz için yurtdışında yapılan güzel faaliyetlerden söz etmek, bu konudaki hatıralarımdan yola çıkarak bazı gözlemlerimi aktarmak istiyorum. Örneğim de son yurtdışı görev yerim Kazakistan'dan olacak.               Öncelikle söylemek gereken, bulunduğum süre içinde ülkemizin Kazakistan'daki büyükelçiliğinin çok gayretli, samimi ve kardeşçe hislerle çalıştığıdır. Her düzeydeki büyükelçilik mensuplarının iki ülke ilişkilerinin daha da geliştirilmesi, güçlendirilmesi için nasıl samimi çaba gösterdiklerini görerek ülkem adına hep sevinmişimdir.               Elbette bunda, ülkemizin dış misyonlarındaki yeni görev anlayışının büyük rolü olduğu kuşkusuzdur. Ancak insan unsurunun da en az bunun kadar önemli olduğu da bir gerçek. Örneğin ben ilk gittiğimde Astana Büyükelçisi olan Sn. Nevzat Uyanık, Müsteşar Sn. Özlem Hersan idi ve onların lid