Ana içeriğe atla

Türkiye, Azerbaycan’ın Bağımsızlığını Nasıl Tanıdı?


Haydar Aliyev, cumhurbaşkanlığı döneminde yaptığı bir konuşmada Türkiye’nin Azerbaycan’ı ilk tanıyan devlet olmasının önemini, “Bu, Türkiye’nin cesaretli adımı ve Azerbaycan’a kardeşlik münasebetinin neticesi idi. Azerbaycan’ın kendi bağımsızlığına nail olması ve bütün dünya devletlerinin Azerbaycan’ı tanıması için Türkiye’nin çok büyük yardımı olmuştur” sözleriyle dile getiriyordu. Gerçekten de Türkiye’nin Azerbaycan’ın bağımsızlığını tanıma kararı, iki ülke arasındaki siyasal ilişkiler açısından büyük önem taşımaktadır. Ancak, bu tanıma kararından önce birçok iç ve dış baskılar da ortaya çıkacaktır.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Türkiye yeni Türk cumhuriyetlerini tanıma sürecinde ilk önemli adım olarak, Azerbaycan başta olmak üzere, Türk cumhuriyetlerine bir “Nabız Yoklama Heyeti” gönderdi. Büyükelçi Bilal. N. Şimşir başkanlığındaki üç kişilik bu heyetin amacı, “kardeş Sovyet cumhuriyetlerine Türkiye’nin yakın ilgisini teyit edip, beklentilerini belirlemek” ve bağımsızlıklarını ilan eden cumhuriyetlerin tanınmaya hazır olup olmadıkları hakkında rapor hazırlamaktı.
Heyet, Azerbaycan’da, Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov, Başbakan Hasan Hasanov’un yanı sıra Azerbaycan Halk Cephesi lideri Ebulfez Elçibey ve Sosyal Demokrat Parti Başkanı Zerdüşt Alizade ile de görüşmelerde bulundu. Dönüşünde Azerbaycan’ın tanınması gerektiğine dair bir rapor hazırladı.
Ancak ortada, Azerbaycan’ın kendisinden kaynaklanan önemli bir sorun vardı. Parlamento, 30 Haziran 1991’de bağımsızlık kararı almıştı. Ancak Hükümet, bağımsızlığın resmen ilânı konusunda tereddüt yaşıyordu. Hem iktidar hem de muhalefet cephesinden farklı sesler yükseliyor, nihai bir karara varılamıyordu.

Sonunda, 30 Ağustos’ta alınan bağımsızlık kararı, 18 Ekim 1991 tarihinde resmen onaylanabildi. Bu amaçla çıkarılan yasada, yeni devletin 1918 yılında kurulan Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin meşru devamı olduğu ifadesi teyit ediliyor ve 28 Nisan 1920’de ilan edilen Azerbaycan Şura Cumhuriyeti’nden itibaren imzalanan tüm anlaşmaların geçersiz olduğunu karar altına alıyordu.
Azerbaycan yönetimi, bu aşamada bile, uluslararası topluma tanınma çağrısı yapma konusunda tereddütler yaşıyordu. Burada Muttalibov’un hâlâ Moskova’ya göre hareket etme eğilimi göstermesi, bu bağlamda Sovyetler Birliği’nin yeniden yapılanması çalışmalarının sonucuna göre tutum takınmak istemesinin de büyük rolü olduğu söylenebilir. Nihayet, iki hafta süren bir bekleyişten sonra, 29 Ekim 1991 günü, dünyaya Azerbaycan’ın bağımsızlığını tanıma çağrısı yapma kararı bir karar alındı.
Bu kararla birlikte tanıma konusunda hedef ülke olarak Türkiye’nin seçildiği görülmektedir. Başbakan Hasan Hasanov, 3-4 Kasım 1991 tarihleri arasında Türkiye’ye resmî bir ziyarette bulunarak tanınma taleplerini iletti. Aynı tarihlerde Azerbaycan Milli Güvenlik Konseyi üyesi İtibar Memmedov da Azerbaycan Parlamentosu’nun benzer içerikteki mektubunu vermek üzere Ankara’ya geldi.

O sıralarda Türk Dışişleri’nde Azerbaycan’ı tanıma kararı alınmasının nasıl bir sonuca yol açabileceğine karar verilemiyordu. Bir taraftan yeni cumhuriyetlere Nabız Yoklama Heyeti gönderilerek onların tanınmaya hazır olup olmadıkları araştırılırken, diğer taraftan Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Özdem Sanberk bir basın toplantısı düzenleyerek, “Ankara-Moskova ilişkileri, Ankara-yeni bağımsız cumhuriyetler ilişkilerinden daha önemlidir… Türkiye bağımsızlık ilan eden cumhuriyetleri tanıma konusunda kimseyle yarışa girmeye niyetli değildir” diyordu. Sanberk’in bu açıklamasının Sovyetleri tahrik etmeme endişesinden kaynaklandığı söylenebilir. Çünkü Soğuk Savaş döneminde Türk Dış Politikasına egemen olan kaygılardan birisi buydu.
Türkiye’nin yaşadığı tereddüt Türkiye ile Azerbaycan başbakanlarının yaptığı görüşmeden sonra aşılacak ve “Azerbaycan’ın tanınması konusundaki farklı düşünceler” ortadan kalkacaktır. Başbakan Mesut Yılmaz görüşmeden sonra yaptığı açıklamada, Azerbaycan Parlamentosu’nun bağımsızlık kararının ilk Bakanlar Kurulu toplantısında resmen tanınacağını söyleyecektir.
Mesut Yılmaz, Azerbaycan’ın tanınacağını açıkladığında, seçimleri kaybetmiş bir partinin lideriydi. Başbakanlık görevini yeni hükûmet kuruluncaya kadar geçici olarak yürütüyordu.
20 Ekim 1991’de yapılan genel seçimlerden galibiyetle çıkan ve o sıralar kendisine hükûmet kurma görevi verilen Süleyman Demirel ise Azerbaycan’ın hemen tanınmasına karşıydı. Yılmaz’a, “Giderayak Moskova’yla aramızı bozacak bir tanıma kararı almamaları” tavsiyesinde bulunmuştu. Demirel, Türkiye’nin Azerbaycan’ı hemen tanımasının onu Sovyetlerle çatışmaya sürükleyebileceğinden endişe ediyordu. Hatta Türkiye’de bulunan İtibar Memmedov başkanlığındaki Azerbaycan heyetinin, “Demirel bize tanıma sözü verdi” açıklamalarını da reddediyor, “Büyük devletler o yöne gitmedikçe bizim de adımlarımızı çok iyi atmamız lazımdır” diyordu.
Demirel’in bu çabalarına karşın 9 Kasım 1991’de, yeni hükûmet kurulmadan kısa bir süre önce, Türkiye Azerbaycan’ı resmen tanıdı.
            Burada şu konunun altını özellikle çizmek gerekir. Türkiye’nin Azerbaycan’ı, hem de Sovyetler Birliği dağılmadan tanımış olması gerek geleneksel Türk Dış Politikası gerekse de uluslararası konjonktür açısından kolay değildi. Çünkü bu karar, bir anlamda Sovyetler Birliği’yle karşı karşıya gelme anlamı taşıyordu. Buna ek olarak NATO, ABD ve İngiltere de, bu aşamada Azerbaycan’ın tanınmasına karşıydılar. O günkü olayların yakın tanıklarından Bilal N. Şimşir bu gerçeği, Azerbaycan’da yaptığı bir konuşmada şu sözlerle dile getirmektedir:
“... 9 Kasım 1991’de… bizim Bakan, müsteşar ve benim yardımcım, bir de Bakanın danışmanı… altı saat Azerbaycan’ı tanımak konusunu ele aldık… Çok çetin bir mevzuydu ve bilir misiniz, kimse bilmez belki, NATO Azerbaycan’ın tanınmasına karşıydı. Biz toplantı sırasındayken Amerika Büyükelçiliği mektup yetiştirdi, önce NATO’da konuşalım, sonra tanımayı düşünürüz. Sovyet Büyükelçisi Çernişov ve onun yardımcısı Valter Şoniya, Azerbaycan’ı tanımayın diye bana geldiler. İngilizler tanımayın, bekleyin dediler. Türkiye yalnız kalarak hep yap[a]yalnız tanımaya karar verdi.”
Taşıdığı bütün risklere karşın bu Türkiye’nin aldığı bu karar, Türkiye-Azerbaycan ilişkileri bakımından çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde birbirinden ayrı düşen iki kardeş devlet, o günden sonra, uluslararası alanda örnek gösterilecek bir dayanışma ortaya koymuş ve “bir millet iki devlet” olmayı başarmıştır.

Bağımsızlığın kutlu ve ebedi olsun Azerbaycan… 

Bu blogdaki popüler yayınlar

Selçukluların Tarih Sahnesine Çıktığı KAYIP ŞEHİR: CEND

Nehrin ötesi anlamına gelen “Maveraünnehr”, Ceyhun Irmağı’nın kuzeyinde uzanan merkezî Asya bölgesini anlatır.   Müslüman Araplar, bu tanımlamayı, Grekler ve Romalıların klasik literatüründe kullanılan “Transoksiyana” sözünün tam karşılığı olarak kullanmışlardır. Bölgenin güney sınırlarını Ceyhun Irmağı (Amuderya) belirlerken, kuzey sınırlarında da Seyhun Irmağı (Sirderya) uzanır. Maveraünnehr, tarihin ilk dönemlerinden itibaren önemli yerleşim yerlerinden biri olmuş, medeniyetlere, cihan imparatorluklarına beşiklik etmiştir. Anadolu’ya, adları, Ceyhan ve Seyhan olarak taşınan bu ırmaklar arasında uzanan uçsuz bucaksız toprakları bir tenakuzlar coğrafyası olarak tanımlamak yanlış olmaz… Buralarda seyahat ederken verimli ovaların hemen ötesinde ufukları kaplayan bozkırlar karşılar insanı… Seyredenlere azamet duygusu veren yüce dağların zirvelerinden ise karlar hiç eksilmez… Aynı zamanda bir imparatorluklar beşiğidir Seyhun ve Ceyhun arası engin topraklar… Renkli ve sonsuzmuş

Çöl Ortasındaki Medeniyet Havzası: TURFAN

Rus kâşif Kuznetsov, “Orta Asya’yı gezen herhangi birine ayrımların dışında aklında ne kaldığını soracak olursanız, size ‘çelişkiler’ diyecektir” der. Gerçekten de anayurdun uçsuz bucaksız coğrafyasında, her yerde ve her şeyde insanda hayranlık uyandıran bir tenakuzla karşılaşmak âdeta tabii bir durumdur. Kadim İpek Yolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Doğu Türkistan’ın Turfan şehri, bu çelişkilerin en bariz misallerinden biri olarak karşımıza çıkar.   Şehrin kuzeyinde uzanan efsanevȋ Tanrı Dağlarının 5445 metre yüksekliğindeki Bogda Tepesi, yılın her günü buzullar ve karlarla örtülü iken, d ünyanın Lut Gölünden sonraki ikinci çukurunda yerleşen Turfan ise, denizden 154 metre aşağıda kurulmuştur ve sıcaklık yılın pek çok ayı boyunca 40 derecenin üstünde seyreder, yazın ise 50 dereceyi bulur.   Bu sebeple "od vahası", “alev vahası” olarak da adlandırılır. Şehrin etrafını çevreleyen dağların adları da bu tenakuzu gözler önüne serer ve coğrafya hakkınd

Çanakkale’de Savaşan “Dış Türkler”

Birinci Dünya Savaşı’ndan İstiklal Savaşı’na bir çok cephede görev yapmış olan Emekli Kurmay Albay Rahmi Apak, “Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları” adlı kitabında, konumuz açısından çok dikkat çekici bir olaya yer vermektedir. Apak,  Birinci Dünya Savaşı sırasında, Malazgirt Ovası civarında Ruslarla yapılan bir çarpışma sonrası ilginç bir olaya tanık olmuştur. Apak’ın anlattığına göre, bu savaşta Rus birliği mağlup olur ve geri çekilir. Birliğin emir subayının odasına giren Türk subayı masanın üzerinde, “ Azeri şivesi ” ile yazılmış bir mektup bulur. Mektupta şu ifadeler yer almaktadır: “Ey Müslüman ve Türk kardeşler, Rus’un kuvveti kırılmıştır. Bilhassa Girmanya cephesinde çok kırgına uğramıştır, fakat Rus’un bir taktikası vardır. Her yerde kuvvetlerini zayıf bırakır, bir yere toplar ve oradan saldırır. Eğer siz de bütün cepheden birden taarruza kalkarsanız onu yenersiniz. İnşallah Kars’ta görüşürüz…” Apak’ın sonradan öğrendiğine göre, bu mektubu bırakan subay, Rus ordusu saflarınd