Ana içeriğe atla

Afrika Türkleri ya da Amerika’yı İlk Kimin Keşfettiği Üzerine


Cumhurbaşkanı’nın Amerika kıtasını önce Müslümanların keşfettiğini söylemesi ile yeni bir tartışma başladı. Kimileri bu görüşü destekliyor kimileri de karşı çıkıyor. Muhalefet edenleri ise başlıca iki grupta toplanmakta:
İyi niyetle karşı çıktıklarına inandığımız kesim, bunun tarihen mümkün olamayacağını, bu iddiayı ispatlayacak tarihî belge ve delillerden yoksun olunduğunu ileri sürmektedir. Bu, katılsak da katılmasak da saygı duyulması gerekli bir yaklaşımdır.
İkinci grup ise, söyleyenin kimliğinden ve Müslüman algısına yaklaşımlarından ötürü karşı çıkanlardan oluşmaktadır. Oryantalist zihniyetin hâkim olduğu bu grubun baskın kanaatine göre, Müslümanların böyle bir şey yapmış olmaları mümkün olamaz. Öyle ki kimileri konuyu magazinleştirerek alaya almaya çalışmakta, böylece değerinin ortadan kaldırılacağına, sulandırılabileceğine inanmaktadır.
Bilim tarihiyle uğraşanlar bu tutuma aşinadır aslında. Bu anlayıştakiler, örneğin, Müslüman bilim adamlarının evrensel bilime ve medeniyete yaptıklar katkılar dile getirildiğinde de aynı yüz ifadesini takınırlar. Dolayısıyla, Kolomb’un Amerika’yı keşfi gibi Batı’nın üzerine medeniyet inşa ettiği ve modern tarihinin miladı haline getirdiği bir konuda bugünkünden başka davranmaları beklenemez zaten.
Diğer yandan bu tartışmalar bana 2008 ve 2014 yazında Afrika’ya yaptığım seyahatteki iki anımı hatırlattı.
İlkinde Etiyopya’yadaydım. Ülkedeki Müslümanlardan biriyle konuşurken, “biz sizlerle kardeşiz” dedi. Ben de, İslamiyet’in kardeşlik perspektifiyle söylendiğini düşünerek, “evet biz aynı inanca mensubuz” cevabını verdiğimde çok çarpıcı bir karşılık vermişti: “Biz aynı zamanda kan kardeşiyiz! Damarlarımızda aynı kan dolaşıyor.”
Siyahi bir insanın bu sözleri beni çok etkilemiş ancak sözlerinin tarihsel bağlamını zihnimde tam çözümleyememiştim: Afrika Türkleri!..
Aradan yıllar geçtikten sonra Sudan’da tanık olduğum bir başka olay, bu sözlerin anlamını kavramamı sağladı.
Bu yaz, yine Afrika’daydım. Sudan’dayken, bu ülkeyi ziyaret eden Türk heyeti için yapılan resmi törende, Sudanlı bir yetkili dikkat çekici bir konuşma yaptı. Heyete hitaben, “ben size hoş geldiniz demiyorum. Çünkü siz kendi vatanınıza geldiniz. Türkler 8-9. asırlardan başlayarak bu topraklara geldiler, buradaki yerli insanlarla akrabalık kurdular ve burayı vatan edindiler. Bu sebeple, onların torunları olarak sizler kendi vatanınıza geldiniz. Bunun için de hoş geldiniz demiyorum” dedi.
Afrika Türklerinin sırrını çözmüştüm böylece. Onlar -artık Türkiye tarihinde bile unutulan- Tolunoğulları, Akşitler (İşhidiler) döneminden başlayarak, Osmanlı’nın yıkılışına kadar bu coğrafyalarda hüküm süren devletler döneminde buralara gelip yerleşen Türklerin soyundan gelen insanlardı.
Maalesef, biz de tarih anlayışı Batı referanslı olduğu ve Avrupa ile ilişkiler konsepti üzerine inşa edildiği için böylesi hakikatleri araştırmaktan, öğrenmekten ve öğretmekten yoksun kalmışız.
Öyle ki, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihleri bile Doğu’dan daha çok Avrupa ile mücadeleler tarihi olarak aktarıldı. Türkiye dışındaki, anayurtta kalan Türklerin tarihi bile, esas olarak “Oğuzların göçü”nü temel alır ve 11. Yüzyıldan sonra yine Anadolu merkezli bir görünüme bürünür. Anadolu merkezli anlatılır. Bu anlatıda Türkistan ve Kafkasya, bugünkü İran, Afganistan, Hindistan, Rusya’daki Türklerin tarihleri yoktur. Bunun için de bize Türkiye dışında bir Türk olgusu şaşırtıcı gelir.
Şimdi, yaşadığımızdan yola çıkarak Etiyopyalı ve Sudanlı, Afrikalı Türkler vardır dersem sanırım birçoklarınca tefe konulacak bir şey söylemiş olurum. Oysa bunlar bir gerçektir ve bizim dışımızda, bizzat o bölgelerde yaşayan insanlarca dile getirilmektedir. Sayısını bilemeyeceğimiz kadar insan kendini – hem de soy olarak- Türk kabul etmektedir. Biz inansak da inanmasak da… Ki, tarihî gerçekliğe de uygun düşmektedir.
Son olarak şunu ifade etmek isterim: Cumhurbaşkanı’nın, Amerika’yı önce Müslümanlar keşfetti sözlerine alaycı yaklaşım gösterenler, Türkiye’nin ilk Meksika Büyükelçisi Tahsin Mayatepek konusunda ne düşünürler acaba? Soyadını Maya dilinde “tepe” anlamına gelen “tepek”ten alan Enver Paşa’nın oğlu, oraya Atatürk tarafından hangi amaçla atanmıştı dersiniz?

Bu blogdaki popüler yayınlar

Selçukluların Tarih Sahnesine Çıktığı KAYIP ŞEHİR: CEND

Nehrin ötesi anlamına gelen “Maveraünnehr”, Ceyhun Irmağı’nın kuzeyinde uzanan merkezî Asya bölgesini anlatır.   Müslüman Araplar, bu tanımlamayı, Grekler ve Romalıların klasik literatüründe kullanılan “Transoksiyana” sözünün tam karşılığı olarak kullanmışlardır. Bölgenin güney sınırlarını Ceyhun Irmağı (Amuderya) belirlerken, kuzey sınırlarında da Seyhun Irmağı (Sirderya) uzanır. Maveraünnehr, tarihin ilk dönemlerinden itibaren önemli yerleşim yerlerinden biri olmuş, medeniyetlere, cihan imparatorluklarına beşiklik etmiştir. Anadolu’ya, adları, Ceyhan ve Seyhan olarak taşınan bu ırmaklar arasında uzanan uçsuz bucaksız toprakları bir tenakuzlar coğrafyası olarak tanımlamak yanlış olmaz… Buralarda seyahat ederken verimli ovaların hemen ötesinde ufukları kaplayan bozkırlar karşılar insanı… Seyredenlere azamet duygusu veren yüce dağların zirvelerinden ise karlar hiç eksilmez… Aynı zamanda bir imparatorluklar beşiğidir Seyhun ve Ceyhun arası engin topraklar… Renkli ve sonsuzmuş

Çöl Ortasındaki Medeniyet Havzası: TURFAN

Rus kâşif Kuznetsov, “Orta Asya’yı gezen herhangi birine ayrımların dışında aklında ne kaldığını soracak olursanız, size ‘çelişkiler’ diyecektir” der. Gerçekten de anayurdun uçsuz bucaksız coğrafyasında, her yerde ve her şeyde insanda hayranlık uyandıran bir tenakuzla karşılaşmak âdeta tabii bir durumdur. Kadim İpek Yolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Doğu Türkistan’ın Turfan şehri, bu çelişkilerin en bariz misallerinden biri olarak karşımıza çıkar.   Şehrin kuzeyinde uzanan efsanevȋ Tanrı Dağlarının 5445 metre yüksekliğindeki Bogda Tepesi, yılın her günü buzullar ve karlarla örtülü iken, d ünyanın Lut Gölünden sonraki ikinci çukurunda yerleşen Turfan ise, denizden 154 metre aşağıda kurulmuştur ve sıcaklık yılın pek çok ayı boyunca 40 derecenin üstünde seyreder, yazın ise 50 dereceyi bulur.   Bu sebeple "od vahası", “alev vahası” olarak da adlandırılır. Şehrin etrafını çevreleyen dağların adları da bu tenakuzu gözler önüne serer ve coğrafya hakkınd

ÖRNEK BİR BÜYÜKELÇİLİK

            Bugün bayram... Gönüllerimizin umutla dolduğu, sevinç içinde olmamız gereken günler, bugünler... Bu sebeple ben de bu anlamlı günde, ülkemiz için yurtdışında yapılan güzel faaliyetlerden söz etmek, bu konudaki hatıralarımdan yola çıkarak bazı gözlemlerimi aktarmak istiyorum. Örneğim de son yurtdışı görev yerim Kazakistan'dan olacak.               Öncelikle söylemek gereken, bulunduğum süre içinde ülkemizin Kazakistan'daki büyükelçiliğinin çok gayretli, samimi ve kardeşçe hislerle çalıştığıdır. Her düzeydeki büyükelçilik mensuplarının iki ülke ilişkilerinin daha da geliştirilmesi, güçlendirilmesi için nasıl samimi çaba gösterdiklerini görerek ülkem adına hep sevinmişimdir.               Elbette bunda, ülkemizin dış misyonlarındaki yeni görev anlayışının büyük rolü olduğu kuşkusuzdur. Ancak insan unsurunun da en az bunun kadar önemli olduğu da bir gerçek. Örneğin ben ilk gittiğimde Astana Büyükelçisi olan Sn. Nevzat Uyanık, Müsteşar Sn. Özlem Hersan idi ve onların lid