Ana içeriğe atla

İsa Yusuf Alptekin ve Türkiye’nin Siyasal Hayatına Etkileri


Kısa Özgeçmişi

Üç Efendilerin sonuncusu olan İsa Yusuf Alptekin, 17 Aralık 1995 günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Ölümünün üzerinden 19 yıl geçti. Her geçen zaman, onun Doğu Türkistan meselesindeki rolünü ve önemini daha da belirgin hale getiriyor. Bu konuşmada İsa Alptekin’in Türkiye’nin siyasal hayatına etkileri üzerinde durmak, ana başlıklarıyla bu konuyu anlatmak istiyorum.  Çünkü Türkiye’deki mücadelesi onun ömrünün yarısına denk gelir ve gerek Türkiye gerekse Doğu Türkistan Türkleri açısından önemli bir mahiyet arz eder. Fakat daha önce kısaca onun biyografisine değineceğim.

İsa Yusuf Alptekin, 1901 yılında Doğu Türkistan’ın Kaşgar iline bağlı Yenihisar kazasında dünyaya geldi.  O dönemde mahalle mektepleri ve Çin okulları dışında tahsil yapılabilecek bir yer olmadığı için öğrenimini buralarda yaptı. 1926 yılında Özbekistan’ın Andican şehrindeki Milliyetçi Çin Konsolosluğunda Türkçe tercüman olarak göreve başladı ve yaklaşık altı yıl kadar bu görevini sürdürdü. 1932’de Çin’in başkenti Nanking’e gitti. Oradayken Nanking’de yaşayan Türklerin meseleleriyle ilgilenmek üzere “Vatandaşlar Cemiyeti” adında bir teşkilat kurdu.  1936’da Çin Millet Meclisi üyeliğine seçildi. “Üç Efendi” beraberliğinin ilk adımlarının atılacağı bu dönemde, Mesut Baykozi ve Mehmet Emin Buğra ile birlikte Çin Hükümeti’nce Doğu Türkistan Türkleri lehinde kararlar alınabilmesi için mücadele verdiler.

Ardından Doğu Türkistan’a dönen Alptekin, 29 Mayıs 1947’de ilân edilen Mesut Sabri Baykozi başkanlığındaki yeni Eyalet Hükümetinde Genel Sekreterlik (Başbakanlık)  görevini üstlendi. 1949 yılında Kızıl Çin işgali başlayınca ülkeyi terk etmek zorunda kaldı ve Keşmir’e iltica etti. Daha sonra 1954’te Türkiye’ye geldi ve vatandaşlığa geçti. Bu tarihten sonra burada yoğun bir siyasi ve kültürel faaliyet yürütmeye başladı. 1960 yılında Doğu Türkistan Göçmenler Derneği’ni, 1978 yılında da dönemin önde gelen aydınları ile birlikte Doğu Türkistan Vakfı’nı kurdu. Ancak Vakıf, 12 Eylül ihtilalından sonra faaliyetlerine devam edemedi ve faaliyetlerini askıya almak durumunda kaldı.[1]

İsa Yusuf Alptekin, bu dönemde de Doğu Türkistan için çalışmaktan geri durmadı. 1983 yılında, Doğu Türkistan Neşriyat Merkezini kurdu. Bu yayınevi yoluyla, bizim de kurucuları arasında bulunduğumuz, üç aylık Türkçe, Arapça ve İngilizce dillerinde yayınlanan Doğu Türkistan’ın Sesi dergisini çıkarmaya başladı.

Türkiye'nin Siyasal Hayatına Etkileri
“Türk Dünyasının büyük fikir adamı, 20. yüzyılın bağımsızlık mücahidi, Doğu Türkistan Davasının yılmaz savunucusu, Türklük ve insanlık kahramanı.”
Ebulfez Elçibey

İsa Yusuf Alptekin’in Türkiye’deki mücadelesinin iki önemli yüzü olduğu söylenebilir. Bunlardan biri Türkiye’nin iç siyasetine bakar, diğeri Doğu Türkistan merkez olmak üzere, Dış Türklere.

Türkiye’ye dönük, odağında daha çok Türkiye bulunan faaliyetlerini de yine iki kısma ayırabiliriz. Birincisi, doğrudan Türkiye’nin iç politikasını ilgilendiren, komünizme karşı mücadele gibi konularda izlediği politika, ikincisi ise Türkiye’ye karşı içte ve dışta sempati uyandırmaya yönelik, kendi ifadesiyle “Türkiyeperver” tavır.

İsa Bey’in komünizmle tanışması 1920’lerin ikinci yarısına kadar uzanır. Milliyetçi Çin’in Özbekistan’daki temsilciliğine Türkçe tercüman olarak tayin olduğunda gerek kendi yaşadıkları gerek oradaki Türk aydınlarından edindiği intibalar ve gerekse de halkla temasları sonucu öğrendikleri onu, komünizmin dünya, özellikle de Türk Dünyası için çok olumsuz ve tahrip edici bir fikir olduğu kanaatine vardırır. Malumdur ki, İsa Beyin Batı Türkistan’da görev yaptığı yıllar, Stalin’in Milliyetler Politikasını bütün zalimliği ile uygulamaya başladığı ve o zamana kadar Türklerin bir “bütünlük” duygusu içinde ve iç içe geçmiş bir şekilde yaşadığı Batı Türkistan’da, çeşitli boylardan “yeni milliyetler” inşa etme eylemine giriştiği bir dönemdir. İhtilâlin ilk yıllarında Türklere yönelik umut vaat edici bir politika izleyen Bolşevik Ruslar iktidarlarını sağlamlaştırdıktan sonra gerçek niyetlerini ortaya koymaya başlamışlardı.

Evet, İsa Alptekin bir anti-komünistti aynı zamanda da halkını seven bir “milletperver”di. İsa Beyin bu düşüncesinin oluşmasında Batı Türkistan’da tanıştığı Çolpan gibi Türk aydınlarının yanında, henüz çocukluğunda tanık olduğu, Çinlilerin Türkleri aşağılayıcı hareketlerinin de önemli etkisi olmuştur. Hatıralarında anlattığına göre, Çinli yetkililer, hangi rütbe ve mevkide olursa olsun Müslüman bir Türkün yanlarında oturmasına izin vermiyorlar, bir Türkün davetini kabul etmiyorlardı. Hatta kaymakamlara adıyla hitap etmek yasaklanmış, sadece “darin” yani büyük adam lakabıyla denilmesi mecburi kılınmıştı. Bu gibi aşağılayıcı ve küçük düşürücü tavırlar, onun ruhunda derin akisler yapmış ve “öz yurdunda garip olma”nın mahzunluğunu tâ o yaşlarda hissetmeye başlamıştır. Bu ise kendi milletini sevmek ve Doğu Türkistanlıların kendi vatanlarında onurlu yaşayabilmesi için mücadele yolunda İsa Bey’i kamçılamıştır. Kanaatimce İsa Alptekin’in sonraki yıllardaki tutumunu bu perspektiften incelemek onu anlayabilme yolunda önemli ipuçları verecektir.

İsa Yusuf Alptekin burada görev yaptığı yıllar içerisinde, halkların eşitliği iddiası ile ortaya çıkan komünizmin aslında, Çarlık dönemi Rus sömürgeciliğinin yeni bir çehreye bürünmesi olduğunu görmüş ve komünizmin dünyaya yayılmasının insanlık için büyük bir tehlike arz ettiği kanaatine varmıştı. Bu kanaati 1949’da Kızıl Çin’in Doğu Türkistan’ı istilası ve sonrasında yaşananlarla birlikte iyice pekişmişti. Bunun için, İsa Yusuf Alptekin’in faaliyetlerini ve politikalarını değerlendirirken, bu hususun göz önünde bulundurulması gerektiği kanaatindeyim. Yine İsa Beyin Türkiye’ye geldikten sonra neden daha çok milliyetçi ve anti-komünist çevrelerle birlikte hareket ettiğinin sebeplerinden biri olarak da bu hususu sayabiliriz.

Öte yandan İsa Bey’in Doğu Türkistan’ın kurtuluşu için izlediği en önemli politikalardan birisi, basın yayın faaliyetlerine önem vermekti. Her fırsatta gazete çıkarmaya, dergi çıkarmaya gayret eder, basın toplantıları, bültenler yoluyla davasını kamuoyu önüne getirmeye çabalardı. Nitekim henüz Milliyetçi Çin’in başkenti Nanking’de bulunduğu sıralarda bile, Doğu Türkistanlılar arasında iletişim kurabilmek, Doğu Türkistan konusunu Çinlilerin nezdinde gündeme getirebilmek için “Altay”, “Uruş Haberleri”, “Çinî Türkistan” gibi dergiler çıkarttığını görmekteyiz.

Yine 1944 yılındaki istiklâl hareketlerinin ardından Doğu Türkistan’a döndükten sonra da “Altay Neşriyatı” adı altında bir yayınevi kurmuş ve halkın milli bilincini artırabilmek için yoğun bir basın-yayın faaliyetine girişmiştir. Burada da yine yakın arkadaşlarıyla birlikte “Erk” adında bir gazete, “Altay” adında bir mecmua çıkararak Türk milliyetçiliği düşüncesini Doğu Türkistan Türkleri arasında yaymaya çaba göstermiştir. Öyle ki Ruslar’ın “Pantürkizm’in merkezinin Ankara’dan Urumçi’ye taşındığı” yolundaki iddiaları “Üç Ependi”nin faaliyetlerinin ne kadar başarılı olduğunun en önemli delili değil midir?

Diğer yandan İsa Yusuf Alptekin’in Türkiye’ye geldiği 1954’te, ülke, İkinci Dünya Savaşından güçlü bir devlet olarak çıkan Sovyetler Birliği’nin tehdidi altına girmişti. Stalin, hemen Boğazlar ve Anadolu’nun doğusuyla ilgili taleplerde bulunmaya başlamış, daha da önemlisi bunun yanı sıra, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ciddi bir komünizm sempatisi oluşmaya başlamıştı.

İsa Beyin geldiği yıllarda aynı zamanda, Türkiye’de bir başka hareketlilik daha vardı. Bu ise gerek yaklaşan ve gitgide artan komünizm tehlikesine karşı gerek başta Kıbrıs olmak üzere izlenen dış siyasetin acziyeti karşısında, ülkenin her tarafında seslerini yükseltmeye başlayan gençlik.

İsa Bey Türkiye’ye geldiğinde karşılaştığı bu manzara karşısında hemen safını seçmiş ve anti komünist cephede yer almıştır. Bu bağlamda her yerde komünizmin iç yüzünü anlatmış, Komünizmle Mücadele Dernekleri vasıtasıyla Türkiye’nin dört bir yanında komünizme karşı insanları uyarmaya çalışmıştır. Dönemin tanıklarından biri olan Ayhan Katırcıoğlu bu hususu şu cümlelerle ifade eder:

“Milli Türk Talebe Birliği Rasim Cinisli ve İsmail Kahraman’ın yönetimlerine geçince, Dış Türkler Müdürlüğü’nün kurulmasına vesile oldu. MTTB’de Türk gençliğine Türk dünyasının tanınmasına yardım etti. Hepimin için artık bir Doğu Türkistan Davası vardı… Sonra İlhan Darendelioğlu ile birlikte Türkiye’ye karış karış dolaştı. Türkiye Komünizmle Mücadele Derneklerinin davetlisi olarak adım atmadığı toprak kalmadı.”
İsa Beyin bu tavrı şöyle bir sonucun ortaya çıkmasına yol açmıştır: O günlerden sonra artık, Türkiye’de ben Türkistanlıyım diyen herkes, aksi örnekleri de olmasına rağmen, kategorik olarak anti komünist olarak tanımlanmış ve Türkistanlılık komünizm karşıtlığı ile eş anlamlı hale gelmiştir.

İsa Yusuf Alptekin’in Türkiye’deki mücadelesinin ikinci yönü ise tam anlamıyla bir “Türkiyeperverlik”tir.

İsa Beyin bu sevgisi tüm Doğu Türkistanlılarda olduğu gibi henüz küçükken ortaya çıkmıştı. 1939 yılındaki Türkiye ziyareti ile de iyice pekişmiştir. İsa Bey, o günleri anlatırken Türkiye’de gördüğü yakınlığın ve burada yapılan Türklükle ilgili çalışmaların kendisini nasıl etkilediğinden bahseder. Ve Türk Dünyasının kaderinin Türkiye’ye bağlı olduğu kanaatine vardığını söyler. İlginçtir ki, burada İsa Beyi en çok mutlu eden olaylardan birisi de Şükrü Saraçoğlu’nun Çin Maslahatgüzarından “bu” diye söz etmesidir. İsa Beye göre bu tavır çok önemliydi. Çünkü Doğu Türkistan’da bırakın bir Çinliye “bu” demeyi, Çinli yetkililere adlarıyla hitap edilmesi bile yasaktı. Daha önce değindiğimiz gibi, Çinlilere hitap ederken, yalnızca, “darin” yani büyük adam denilebilirdi.

Hatıralarında, o günkü Türkiye intibalarından söz ederken, “Ağladım. Türkiye’nin mükemmelliğini ve büyüklüğünü gördükçe her zaman gözümden yaş geliyordu. İftihar ediyordum. Hiç olmazsa Türk olarak (yani) bizden, kuvvetli bir devlet varmış diyordum” sözleriyle diyecektir.

İsa Yusuf Alptekin’in 1954’te Türkiye’ye gelişinden sonra bu sevgi daha da artarak varlığını sürdürmüştür. Türkiye, İsa Beyin gözünde “aziz” bir ülke, bütün dış Türklerin “yegane istinatgahı”dır. Türkiye’nin güçlü ve müreffeh olması çok önemlidir. Türkiye’ye yönelen her tehdit, İsa Beye göre, tüm Türklere yönelmiş sayılır. Örneğin ASALA’nın Türk Dışişleri mensuplarına yönelik saldırılarının yoğunlaşması üzerine yayınladığı bir bildiride sarf ettiği şu sözler onun Türkiye sevdasını çarpıcı bir şekilde ortaya koyan örneklerden biridir:

“Dış Türk Kardeşlerime sesleniyorum!
Ermeni katilleri protesto eden mitingler, yürüyüşler tertip etmeliyiz. Ermenileri destekleyen devletleri ve milletleri şiddetle telin etmeliyiz…
İslam Dünyasına sesleniyorum!
Bir milyarı aşan İslam alemi; diniyle, kiatbıyla, Rasulüyle bir bütündür. (Bu sebeple) birimizin dostu hepimizin dostu, birimizin düşmanı hepimizin düşmanı olmadı idi… Fakat maalesef olmadı. Olamıyor. Birimizin düşmanı maalesef diğerinin dostu oluyor. Ermeni caniler masum Müslüman Türk kardeşlerimizi katlederken, İslam dünyası sessiz kalıyor, sükut ediyor…
Ortadoğu’daki Müslüman devletler ve milletler şunu bilmelidirler ki, bugün Türkiye Cumhuriyeti, dünya hakimiyeti güden Rusya ile sizin aranızda yıkılmaz bir kale, aşılmaz bir settir. Evvel Allah Türkiye sayesinde hür ve müstakil yaşama imkanına sahip bulunuyorsunuz… Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcudiyeti, sizin de mevcudiyetiniz ve bekanızın teminatı demektir.
Ermenileri destekleyen devletlere sesleniyorum!
Şunu unutmayınız ki, esaret altında olsalar bile yüz milyon Türk, Türkiye’ye yek vücut gibi bağlıdır. Onun zararına olacak her hareket, bütün Türk dünyasını incitmiş olacak, ona yan bakanlar, yüz milyon Dış Türkü yanında  yanında bulacaktır.
Bunları bütün dünyanın böyle bilmesini istiyoruz.”

Öte yandan İsa Bey, Doğu Türkistan ve Dış Türkler konusunda toplumda bir sempati ve ilginin doğabilmesi için de bütün gücüyle çaba sarf ediyordu.  Öncelikle şunu belirtmemiz gerekir ki İsa Yusuf Alptekin kendini yalnız Doğu Türkistan’ın değil, tüm Dış Türklerin temsilcisi ve sesi görüyordu. Bu sebeple yaptığı her konuşmada sözü bir şekilde Doğu Türkistan’a ve buradan başta Batı Türkistan olmak üzere Dış Türklere getiriyor ve onların meselelerini anlatıyordu. Doğu Türkistan Vakfı’nın uzun yıllar başkanlığını yapan Em. Gen. Mehmet Rıza Bekin’in ifadesiyle, “ömrünün 70 yılını vatanının istiklali, milletinin hürriyeti uğruna her türlü güçlüklere ve engellere rağmen yılmadan mücadele ederek geçirmiş olan merhum İsa Yusuf Alptekin, Doğu Türkistan Davasının bayraktarı olmuştur. O, hayatı boyunca milletine bağımsız ve hür bir Doğu Türkistan fikrini telkin etmiştir.”

Diğer yandan, İsa Yusuf Alptekin’in faaliyetleri o zamana kadar topluma egemen olan hayalî, tarihte kalmış dış Türkler imajının ete kemiğe bürünmesini,  Türk kamuoyunun büyük kısmının, olumlu ya da olumsuz bir tavır şeklinde de olsa, yaşayan ve var olan bir Türk Dünyası olgusunu kabul etmesinde önemli rol oynamıştır.

Yine bu noktada Mehmet Emin Buğra ile birlikte, Türkiye’de deyim yerindeyse bir “Doğu Türkistan diasporası” meydana getirmişlerdir. Denilebilir ki, bugün Türkiye’de yaşayan Doğu Türkistanlıların ekseriyeti, burada bulunmalarını İsa Bey’e borçludurlar. Böylece 14. yüzyılda Anadolu’ya Sultan Eratna’nın öncülüğünde gelen Uygurlardan yaklaşık altı yüzyıl sonra, ikinci bir Doğu Türkistanlı akını olmuştur.

Yine İsa Yusuf Alptekin’in mücadeleleri sonucu, Doğu Türkistanlılık kimliği Türkiye Türkleri arasında hiçbir meşruiyet krizine yol açmadan tanınır ve kabul edilir bir kimlik haline gelmiştir.

İsa Alptekin üzerine yazı yazanların ittifakla birleştikleri bir özelliği vardır: Diplomat kişiliği. Gerçekten İsa Bey bir diplomasi ustasıydı. Doğu Türkistan’ın kurtuluşu için diplomasinin önemli olduğuna inanır ve bunun bütün gereklerini yerine getirmeye çalışırdı. Nitekim Doğu Türkistan davasını anlatabilmek için dünyanın dört bir yanına seyahatlerde bulunmuş; Endonezya’dan ABD’ye, İngiltere’den Somali’ye, Japonya’dan Suudi Arabistan’a kadar gidilmesi ve davanın anlatılması gereken her yere gitmiştir. 

Gittiği yerlerde devlet başkanlarından, kamuoyu nezdinde etkili kişi ve kuruluşlara kadar pek çok kimseyle konuşmuş, görüşmüştür. Bütün bunlarda tek derdi, tek meselesi vardı: Doğu Türkistan. Prof. Mim Kemal Öke’nin ifadesiyle, “Türk dünyasının en “duayen” sefiri kebiriydi o… Türk Milleti, Anadolu’nun dışında kendi dilini konuşanların olduğunu ondan öğrendi. Soydaşı, kandaşı, dindaşı için ağlamasını da.” Bu yönüyle İsa Bey kadar gayretli, çalışkan ve davasına inanmış, bütün yokluklara ve imkânsızlıklara rağmen meselesini daima ön planda tutan kaç diplomat çıkar acaba?

“Davasında fani olmuştu” diye yazmıştı Ahmet Taşgetiren, onun ardından kaleme aldığı bir yazısında. “Doğu Türkistan’ı uzaktan yakından ilgilendiren bir şey hemen onu harekete geçirir, oradan davasına bir katkı sağlayıp sağlayamayacağını düşünürdü… Bir dava adamı idi… Bir davayı yüklenmek isteyenler onu tanımalıdırlar.”

Gerçekten İsa Bey şahsi işleri, kaygıları, dünyası olmayan bir insandı. Yanında birlikte olduğumuz yıllar boyunca yakından şahit olduğumuz üzere, geçim derdi, aile işleri, varlık-yokluk bir yana hayatının neredeyse tüm anlarını Doğu Türkistan’a adamıştı. Doğu Türkistan’ı uzaktan yakından ilgilendiren her şey onu harekete geçirir, tüm enerjisini oradan ülkesi için bir pay çıkarıp çıkaramayacağına teksif ederdi. Her fırsatta Doğu Türkistan’ı gündeme getirir, özel sohbetlerinde bile ana tema Doğu Türkistan olurdu. Denilebilir ki İsa Bey, bütün varlığıyla birlikte davasına hemhal olmuş ve onunla “fani”liğe ulaşmıştı.

Evet, İsa Beyi yakından tanıyan aydınlardan biri olan Sevinç Çokum’un ifadesiyle, bundan 19 yıl önce -17 Aralık 1995’te- “Bir büyük insanı daha yitirdik. Anayurdumuz Uluğ Türkistan’ın doğusundan gök renkli bayrak altında, o nazlı hilali, o sönmez yıldızı taşıyarak gelmiş alpereni… Bu ülkenin insanlarına ve dünyaya Çin zulmü altından inleyen toprağının sesini duyurmuş bir destan kişisini… (İsa Yusuf Alptekin) bir ak çiçeği oradan yüreğiyle birlikte koparıp bataklık çağındaki insanlığa sunarak geldi ve gitti…”

Elbette İsa Bey gibi, ömrünün her anını davasına adamış bir insanı kısa bir süre içinde anlatmak mümkün değil. Ama son söz olarak şunu söylemek istiyorum. Ömer Öztürkmen Bey, Bekir Berk Bey merhumun, 1954 yılında Türkiye’ye geldiğinde İsa Bey için “Bir abide indi uçaktan” dediğini nakleder. Evet, o bir abide gibi geldi ve bir abide gibi gitti. Ama biz şuna inanıyoruz ki, onların açtıkları yolda nice abideler yetişecektir. Ve onun tarafından tüm Türk dünyasına emanet edilen, vasiyet bırakılan Doğu Türkistan, Allah’ın da izniyle bir gün mutlaka istiklaline kavuşacaktır. Daha da ötesi, İsa Bey’in sözleriyle “Çin parçalanacaktır”.




[1] Doğu Türkistan Vakfı, 1986 yılında Em. Gen. Mehmet Rıza Bekin tarafından ihya edildi ve onun başkanlığı döneminde Doğu Türkistanlıların muhaceret tarihinde derin izler bırakacak pek çok faaliyet hayata geçirildi. 

Bu blogdaki popüler yayınlar

Selçukluların Tarih Sahnesine Çıktığı KAYIP ŞEHİR: CEND

Nehrin ötesi anlamına gelen “Maveraünnehr”, Ceyhun Irmağı’nın kuzeyinde uzanan merkezî Asya bölgesini anlatır.   Müslüman Araplar, bu tanımlamayı, Grekler ve Romalıların klasik literatüründe kullanılan “Transoksiyana” sözünün tam karşılığı olarak kullanmışlardır. Bölgenin güney sınırlarını Ceyhun Irmağı (Amuderya) belirlerken, kuzey sınırlarında da Seyhun Irmağı (Sirderya) uzanır. Maveraünnehr, tarihin ilk dönemlerinden itibaren önemli yerleşim yerlerinden biri olmuş, medeniyetlere, cihan imparatorluklarına beşiklik etmiştir. Anadolu’ya, adları, Ceyhan ve Seyhan olarak taşınan bu ırmaklar arasında uzanan uçsuz bucaksız toprakları bir tenakuzlar coğrafyası olarak tanımlamak yanlış olmaz… Buralarda seyahat ederken verimli ovaların hemen ötesinde ufukları kaplayan bozkırlar karşılar insanı… Seyredenlere azamet duygusu veren yüce dağların zirvelerinden ise karlar hiç eksilmez… Aynı zamanda bir imparatorluklar beşiğidir Seyhun ve Ceyhun arası engin topraklar… Renkli ve sonsuzmuş

Çöl Ortasındaki Medeniyet Havzası: TURFAN

Rus kâşif Kuznetsov, “Orta Asya’yı gezen herhangi birine ayrımların dışında aklında ne kaldığını soracak olursanız, size ‘çelişkiler’ diyecektir” der. Gerçekten de anayurdun uçsuz bucaksız coğrafyasında, her yerde ve her şeyde insanda hayranlık uyandıran bir tenakuzla karşılaşmak âdeta tabii bir durumdur. Kadim İpek Yolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Doğu Türkistan’ın Turfan şehri, bu çelişkilerin en bariz misallerinden biri olarak karşımıza çıkar.   Şehrin kuzeyinde uzanan efsanevȋ Tanrı Dağlarının 5445 metre yüksekliğindeki Bogda Tepesi, yılın her günü buzullar ve karlarla örtülü iken, d ünyanın Lut Gölünden sonraki ikinci çukurunda yerleşen Turfan ise, denizden 154 metre aşağıda kurulmuştur ve sıcaklık yılın pek çok ayı boyunca 40 derecenin üstünde seyreder, yazın ise 50 dereceyi bulur.   Bu sebeple "od vahası", “alev vahası” olarak da adlandırılır. Şehrin etrafını çevreleyen dağların adları da bu tenakuzu gözler önüne serer ve coğrafya hakkınd

Balasagun: Unutulan Karahanlı Başkenti

“Türk-İslâm tarihi siyasî olarak ne zaman başlar” diye bir soru sorulsa, cevabı muhakkak ki “Karahanlılar” olacaktır. Öyledir de. Türklerin ilk Müslüman devleti olan Karahanlılar İmparatorluğu, Selçuklu ve nihayet Osmanlı ile zirveye ulaşan büyük Türk-İslâm medeniyet yürüyüşünün başlangıcıdır; Karahanlılar, bu medeniyetin ilk halkası ve kurucu atasıdır.   Bugün her ne kadar tarih sahnesinden çekilmiş durumda olsa da, halen, geniş Türkistan (Orta Asya) coğrafyasının dört bir yanında geride bıraktıkları miras,   gelişip serpildikleri şehirler, sosyal, kültürel ve tarihî etkileri yaşamaya devam etmektedir. Bu büyük devletin ilk başkenti ise Balasagun'dur. Balasagun şehri, Kırgızistan'ın Doğu Türkistan (Kaşgar şehri) sınırında yer almaktadır. Bişkek’ten karayolu ile yaklaşık 1,5 saatlik bir mesafede olan şehir, bir zamanlar tarihî İpek Yolu’nun güzergâhı üzerinde bulunuyordu. Yüzyıllarca, kentin çevresini saran dağlar arasından geçen İpek Yolu’nu izleyen kervanlar, Balasagun