19 Ocak günü Türkiye
Büyükelçiliği Basın Müşavirliği ile TRT Bakü Temsilciliği’nin ortaklaşa
organize ettikleri “Adım Adım Kafkaslar” programının “Kalanların Hikâyesi” adlı
özel bölümünün gösterimi vardı. Özellikle, gösterim sonunda sahneye davet edilen
asker çocuklarının gözyaşları beni çok etkiledi. Bu ruh hâliyle eve gittim.
Ancak, içimde öylesine bir duygu yoğunluğu uyanmıştı ki, uykuma mani oldu.
Kirpiklerim kapandığında siyah iplik beyaz iplikten ayrılmaya , karanlık
aydınlığa dönüşmeye başlamıştı.
Uyandığımda ise içimde, 20
Ocak şehitlerini ziyaret etmek için alev alev bir arzu vardı. Ruhum ise
anaforlar içerisindeydi.
Şehitlik çok
kalabalıktı. Tören için Cumhurbaşkanı bekleniyordu, bu nedenle henüz ziyaretler
başlamamıştı. İşyerime geldim. İnternete girerek günlük gazetelere bir göz
atayım dedim. Yeni Şafak gazetesinde gördüğüm bir haber zihnimi ve ruh dünyamı
iyice alt üst etti. ( http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2006/ocak/20/d01.html).
“Guantanamo’nun Yalnız
Türkleri” başlıklı haberde, ABD’nin Afganistan’ı işgali sonrası, terörist
şüphesiyle Guantanamo esir kampına götürülen yedi Uygur Türk’ünden
bahsediliyordu. Bu yedi insan, suçsuz oldukları anlaşılıp serbest
bırakıldıkları halde, -gidebilecekleri ülke olmadığı için- 3 yıldır esir kampından
dışarı çıkamamışlardı Ülkeleri Doğu Türkistan işgal altındaydı. Oraya
gittikleri takdirde, Çinlilerce idam edileceklerdi. Müracaat ettikleri 20 kadar
ülke ise, onların sığınma taleplerini reddetmişti. Yani gidebilecekleri bir yerleri
yoktu.
Bu trajik durum, bana, “vatan
nedir?” sorusunu sordurdu. Hakikaten neydi vatan?
Yine bir gün önce, 19
Ocak günü, seyrettiğim filme konu olan askerlerin hatıraları canlandı gözümde.
Kayseri’den, Sivas’tan, Giresun’dan, Samsun’dan… gelerek Azerbaycan’ın
kurtuluşuna katılmış askerlerin, artık kendileri de birer dede olmuş çocukları,
göz yaşları içinde anlatıyorlardı dönemin hikâyesini. Ve onlardan birine, Kayseri’nin
İncesu ilçesi Kızılören köyünden 37 yaşında, üç çocuğunu geride bırakarak
Kafkas İslam Ordusu’na gönüllü olarak katılmış redif askeri Mustafa’ya, annesinin
söylediği sözler yüreğime saplandı: “Oğul, eğer, kardeşlerini kurtarmak için
gittiğin o topraklarda, sırtından vurularak ölürsen, bilesin ki ak sütümü sana helal
etmem!”.
Acaba, vatan neydi, ne demekti vatan?
Sonra henüz ilkokulda
okuyan oğlum Ahmet Kadir’i yanıma alarak, birlikte “Şehitler Hıyabanı”na
gittik. O insan seli arasına katıldık. 1918 yılında hayatını kaybeden askerler
adına yapılan anıtın hemen yanındaki, mahşerde ayağa kalkmış gibi duran Karabağ
Şehitlerine dua ettik, 20 Ocak Şehitlerinin huzurunda durduk, acımasız Sovyet
tanklarının altında ezilen o kahramanların al kanlarını simgeleyen kırmızı
karanfillerden biz de mezarlara bıraktık. Oğluma, “20 Yanvar Şehitliği”nin ilk
sırasında bulunan duvaklarla süslenmiş genç kadının hikâyesini anlattım. Baktım
gözlerini siliyor.
1918… Kafkas İslam
Ordusu… Geri dönmeyen askerlerin Bolşevik dönemde maruz kaldıkları sürgün ve
dramlar…
1990… 20 Ocak… Yaşanan
insanlık trajedisi ve hemen ardından gelen şahlanış ve “dirçeliş”…
2006… Guantanamo… Esir
kampından -gidecekleri vatanları olmadığı için- ayrılamayan Uygur Türkleri…
Vatan!.. Nedir Vatan?.. Herhalde,
dönebileceğin toprak ve ölebileceğin yer olsa gerek…
20 Ocak 2006 - Bakü
(Bu
yazı, 24 Ocak 2006 tarihli 525-ci Qazet’te Azerbaycan Türkçesiyle
yayınlanmıştır.)
Yorumlar