Ana içeriğe atla

Bığır Kendindeki Şehit Asker Mezarı

Bığır Kendindeki Şehit Asker Mezarı
“Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin 89-cu Yıldönümü Anısına”


“Evet,
Azerbaycan’ın her bir cihetinde şairin tasvir ettiği sarmaşıklı bir mezar bulursunuz ki,
kızlar, gelinler tarafından ziyaretgah haline getirilen bu mezar,
kardeş imdadına koşan Türk’ün mezarıdır"
Mehmet Emin Resulzade*




Bığır Kendini (köyünü) bilir misiniz bilmem. Bakü’den Gökçay’a Karameryem yoluyla giderken, solda, tepelerin ardında kalan bir kenttir. Yola yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta olan Bığır kentine dönen yolun ana yol ile birleştiği köşede, 1918 yılında Rus-Ermeni işgalci birliklerine karşı yapılan savaşta şehit olan Türk Kafkas İslam Ordusu’na mensup zabit ve askerlerin hatırasına dikilmiş bir abide de bulunmaktadır.
Bu yol güzergahı, her geçişimde bana tesir eden, beni farklı bir alemin içine aparan güzergahlardan biridir. Buraları her ziyaret ettiğimde, tarih kitaplarında o gün yaşananlarla alakalı olarak okuduklarım, çeşitli bölgelerde yaşayan insanlardan dinlediğim hatıralar gözlerimin önünde canlanır. Abidenin hemen arkasında uzanan ve bana sanki sonsuz bir düzlükmüş hissi veren ovada, askerlerin yırtık paltarları, altları delinmiş çarıkları, savaşın kızgınlığından yanmış çehreleriyle düşmana hücum edişleri gözümde canlanır. Osmanlı coğrafyasının dört bir tarafından kardeşlerinin istiklali için savaşmaya gelen bu askerlerin o sıcak yaz (yay) günlerinde yaşadıklarını düşünürken, bu kahraman insanların binlerce kilometre uzaktan gelmelerine ve henüz bir nefeslik bir dinlenme imkanı bile bulamadan savaşa koşmak mecburiyetinde kalmalarına rağmen, yitirmedikleri inam ve ruh büyüklüğü beni hayrete düşürür. Sahip oldukları güç ve insan üstü dayanıklılıkları bende büyük bir saygı uyandırır.
Lakin, o susuzluk… En çok da bu bir damla suya hasret kalış… Bomba patlamaları, gülle sesleri, başlarına yağan top mermileri… Ve güneşin beyinleri bile kavuran sıcaklığı. Lakin susuzluk… Bir damla suya hasret kalış… O gün, burada cereyan eden hadiseleri okurken, en çok bu susuz kalış beni etkiler… Bu hadise bölge halkının kan yaddaşına da öyle tesir etmiş ki, bölgede şehit düşen Kadir Efendi’nin mezarını ziyaret edenler, bugün bile oraya su götürmekte, susuzluktan şehit olan bu zabitin şahsında o gün susuzluktan kavrulan askerlere olan minnet ve sevgilerini, mezarın üstüne su dökerek ifade etmektedirler.
Öte yandan, yalnızca burada savaşı kazanmakla Kafkas İslam Ordusu neferlerinin görevi bitmemektedir. Bu sebeple susuzluk onları engellememelidir. Çünkü savaşta uduzan düşman, kaçış yolu üstündeki sivil (dinç) ahaliyi katletmekte, kasabaları, köyleri (kendleri) yakıp yıkmaktadır. Bunun için durmaya, dinlenmeye vakit yoktur.
Ve sonunda herkesin bildiği gibi, Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu, mağlub ettiği güçlü düşmanı öylesine hızlı ve amansız şekilde de kovalar ki, Bolşevik Rus – Taşnak Ermeni birleşmeleri hiç arkalarına bakma fırsatı bile bulamadan kendilerini Bakü’de bulurlar. Ardından 15 Eylül 1918’de Bakü azat edilir ve müstakil Azerbaycan’ın paytahtı olur.
Göyçay Muharebelerinin Azerbaycan tarihinde hususi bir önemi vardır. Düşünün! Şayet o gün, Kafkas İslam Ordusu ya yeniseydi?..
O gün Göyçay Muharebelerinde şehit düşen 300’e yakın zabit ve askerin pek çoğunun mezar yeri belli değil. Ama, bügün Azerbaycan arazisinde şehit düşüp yerleri belinen Osmanlı askerlerinin mezarlarının en çok olduğu yer de Göyçay’dır. Göyçay’ın içinden başlayıp, Şamahı’ya kadar olan bölgede bir çok şehit mezarı, o korkulu Sovyet döneminde bile, halkın yaddaşında kalmış. Yeniden bağımsızlık döneminde de bu yerler berpa edilmiş… İsimleri unutulup ve her biri meçhul bir asker haline gelmiş olsa da…
İşte Bığır Köyü girişinde yer alan yüksek tepede yatan şehidin mezarı da bunlardan birisidir… Kimbilir Anadolu’nun hangi köşesinden kardeşlerinin yardımına koşup gelen bu askerin adı kabir taşında yer almıyor… Yani, meçhul bir asker…
Gence’den bir çekilişten dönüyordum ve gün akşam olmaya başlamıştı. Buna rağmen, onu ziyaret etmeden dönmek istemedik. Şehit askerin mezarının bulunduğu tepeye çıktığımızda, artık güneş kaybolmuş, yerine kırmızı bir ufka bırakmıştı… Sanki şairin dediği gibi, güneş “bir hilal uğruna ne güneşler batıyor” remzine misal olmak istiyordu.
Şehidin ebedi uykusuna yattığı yere varabilmek için, köyün mezarlığının içinden geçmek gerekiyordu. Türk Kafkas İslam Ordusu askerinin yattığı tepeye tırmanırken, Bığır Köyü, yükselen sislerin arasında kalmıştı ve sanki hayali bir şehir gibiydi. Yalnızca ağaçların uçlarının ve hündürlükte kalan binaların görülebildiği bu manzara, uhrevi bir abıhava meydana getirmişti… Köy, akşamın sessizliğine bürünmüş, her zaman seslerini duymaya alıştığımız hayvanlar bile, bu manevi iklimin etkisinde kendi köşelerine çekilmişlerdi.
Tepeye, şehidin bulunduğu noktaya çıktığımızda her birimiz nefes nefese kalmıştık…Etraf iyice kararmıştı… Burada yatan meçhul askerin kabri dışında her şey gözden kaybolmuştu…
Dost ve kardeş ülke Azerbaycan topraklarında kalanlar, yalnızca şehit olarak toprağa düşenler değildi. Nuri Paşa ordusu Mondros Ateşkesi sonrası çekilmek mecburiyetinde kalınca bir çok zabit ve asker de muhtelif sebeplerle Azerbaycan’da kalmıştı. Bugün arşiv belgeleri incelendiğinde daha açık olarak başa düşülüyor ki, Kafkas İslam Ordusu askerlerinin burada kalışlarının esas sebeplerinin başında, Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı’nın "Azerbaycan’da kalın!" emri gelmektedir. Amaç ise, yeni kurulan Azerbaycan Milli ordusunun teşkiline ve güçlenmesine yardım idi.
Yaklaşık 1,5 yıl devam eden bu durum, 11. Kızılordu’nun Azerbaycan’ı ele geçirmesi ile son bulmuş; Azerbaycan Halk Cumhuriyeti ordusu dağılınca, terkibinde bulunan Kafkas İslam Ordusu askerleri de ülkenin dört bir yanına dağılmak durumunda kalmışlardır. Bu insanlar 1930’ların ortalarına kadar sıradan bir vatandaş kimi hayatlarını sürdürdüler. Bu tarihten sonra ise çeşitli baskı ve repressiyalara maruz kaldılar…
TRT Bakü Temsilciliği olarak iki yıldan çok zamandır, Kafkas İslam Ordusu askerlerinden Azerbaycan’da kalanlarla ilgili bir araştırma ve belgesel (senedli) film çalışması yapıyoruz. Bugüne kadar yaklaşık 25 kadar askerin yakınlarının izini tesbit ettik ve bunlarla alakalı 40’dan fazla insanla müsahibe yaptık. Her birinin diğerlerinden farklı hayat hikayeleri vardı. Ortak özellikleri ise, Sovyetler Birliği döneminde maruz kaldıkları baskı ve sürgünlerdi.
İşte bu askerlerden biri de Türkiye’nin Kayseri vilayetinin İncesu kazasının Kızılören kentinden olan Topallıoğullarından Mustafa Mustafaoğlu’ydu. Kendisi 1949 yılında sürgün edildiği Sibirya’nın Tomsk vilayetinde rahmete gitmiş, naaşı daha sonra oğlu tarafından getirerek Bilaceri kasabasındaki kabristana defnedilmişti.
Bugün Bilaceri’de yaşayan ve kendisiyle birlikte sürgüne gönderilen oğlu Selim Mustafaoğlu’nun anlattığına göre, atası Kafkas İslam Ordusu’na katıldığında evliymiş ve 3 çocuğu varmış. Daha önce muhtelif muharebelere iştirak etmiş ve uzun yıllar devam eden bu vazifeden sonra terhis olmuş ve memleketine dönmüş. Ne var ki, Bolşevik Rus ve Ermeni birleşmelerinin Azerbaycan Türklerini katletmeye başlamaları ve Azerbaycan Türkleri’nin Türkiye’den yardım istemesi üzerine yeniden orduya yazılmış. Selim Mustafa oğlu o gün yaşanan hadiseyi şöyle anlatıyor: “Onları yığıblar mescide. Namaz kılıblar. Giden de anası demiş ki, sana südümü helal etmem, eğer sana arkandan gülle değse. Gabağdan değsin. Düşmana arkanı çevirme.” İlginçtir, bugün Hudat’ta yaşayan İzmir Salihli’li Mehmed Hüseyinoğlu’nun oğlu Eşref Memmedov da, nenesinin atasına, Mustafa Mustafaoğlunun anasınınkine ohşar sözleri vasiyet ettiğini anlattı bizlere. Mehmed Hüseyinoğlu’na da anası, eğer arkasından güllelenip ölürse, ağ sütünü helal etmeyeceğini söylemiş. Mehmed Hüseyinoğlu da Türkiye’de evliymiş ve Kafkas İslam Ordusu’na katılırken hayat yoldaşı hamile imiş. Ancak, yıllar sonra öğrenebilmiş bir oğlu dünyaya geldiğini ve adını Mehmed Refik koyduklarını. Ama, ardında bıraktığı bu oğlunun yüzünü göremeden rahmete gitmiş.
Topallıoğulları neslinden Kayserili Mustafa Mustafaoğlu Kafkas İslam Ordusu’na katıldığında 37 yaşında imiş. Buna rağmen, ata-anasını, yoldaş ve çocuklarını arkada bırakarak kardeşlerinin yanına koşmuş. İzlerini bulduğumuz, Kafkas İslam Ordusu askerleri içinde yaşı büyük olan başkaları da var. Mesela, Sivas Zara’dan Celepoğulları neslinden Turan Mehmed ile İzmir Salihli’li Mehmet Hüseyinoğlu da 1881 doğumlu idiler. Bu da gösteriyor ki, o günlerde dünyanın tüm büyük devletleri ile pek çok cephede savaşta olan Türkiye Türkleri, artık eli silah tutan son neferlerini Azerbaycan için seferber etmişti.
Ve bu, bir çoğu 40’lı yaşlarındayken, kardeşlerine yardım için Azerbaycan’a gelmiş askerlerden 1130’u savaşlarda şehit düştü ve bugün kardeş toprakta yatıyor; burada kalan yüzlerde asker ve zabit de, sonraki yıllarda bu şehitler kervanına katılarak bu güzel kardeş ülke topraklarında son nefeslerini verdiler. Bugün Azerbaycan’da kalan Kafkas İslam Ordusu askerlerinden hiçbiri hayatta değil. Ama, geride bıraktıkları nesiller, iki ülkenin kardeşliğini perçinleyen bir bağ olarak Azerbaycan’ın dört bir yanında hayatlarını devam ettiriyorlar.
Bığır kentinde şehit düştüğü tepeye gömülen ve adı bilinmeyen meçhul Anadolulu Türk askeri de, bugün, yanı başında dalgalanan Azerbaycan ve Türkiye bayraklarının gölgesinde ebedi uykusuna devam ediyor… Eminim ki, yüzünde uzun yıllar devam eden kederli çizgiler de yerini artık bir gülümseme bırakmıştır… O şehit düştüğü günlerde katlandığı meşakkat, çetinlikler ve çileler, geride bıraktığı, -kimbilir Anadolu’nun veya o günkü Osmanlı coğrafyasının hangi bucağından olan- anası, atası, belki hayat yoldaşı, çocukları… Yattığı yerden keder içinde kıvrandığı uzun çile yılları… Ama eminim ki bugün hepsinin yerini mutluluk, sevinç almıştır. Ve ruhu huzur içindedir…
* M. Emin Resulzade, Azerbaycan Cumhuriyeti, Şehzadebaşı Efkaf-ı İslamiye Matbaası, 1923-1925, s. 67.
Bu makale, 18 Mayıs 2007 tarihli [No: 87 (1661)] “OLAYLAR” gazetesinde Azerbaycan Türkçesi ile yayınlanmıştır. http://olaylar.az/index.php?newsid=1179468935

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Selçukluların Tarih Sahnesine Çıktığı KAYIP ŞEHİR: CEND

Nehrin ötesi anlamına gelen “Maveraünnehr”, Ceyhun Irmağı’nın kuzeyinde uzanan merkezî Asya bölgesini anlatır.   Müslüman Araplar, bu tanımlamayı, Grekler ve Romalıların klasik literatüründe kullanılan “Transoksiyana” sözünün tam karşılığı olarak kullanmışlardır. Bölgenin güney sınırlarını Ceyhun Irmağı (Amuderya) belirlerken, kuzey sınırlarında da Seyhun Irmağı (Sirderya) uzanır. Maveraünnehr, tarihin ilk dönemlerinden itibaren önemli yerleşim yerlerinden biri olmuş, medeniyetlere, cihan imparatorluklarına beşiklik etmiştir. Anadolu’ya, adları, Ceyhan ve Seyhan olarak taşınan bu ırmaklar arasında uzanan uçsuz bucaksız toprakları bir tenakuzlar coğrafyası olarak tanımlamak yanlış olmaz… Buralarda seyahat ederken verimli ovaların hemen ötesinde ufukları kaplayan bozkırlar karşılar insanı… Seyredenlere azamet duygusu veren yüce dağların zirvelerinden ise karlar hiç eksilmez… Aynı zamanda bir imparatorluklar beşiğidir Seyhun ve Ceyhun arası engin topraklar… Renkli ve sonsuzmuş

Çöl Ortasındaki Medeniyet Havzası: TURFAN

Rus kâşif Kuznetsov, “Orta Asya’yı gezen herhangi birine ayrımların dışında aklında ne kaldığını soracak olursanız, size ‘çelişkiler’ diyecektir” der. Gerçekten de anayurdun uçsuz bucaksız coğrafyasında, her yerde ve her şeyde insanda hayranlık uyandıran bir tenakuzla karşılaşmak âdeta tabii bir durumdur. Kadim İpek Yolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Doğu Türkistan’ın Turfan şehri, bu çelişkilerin en bariz misallerinden biri olarak karşımıza çıkar.   Şehrin kuzeyinde uzanan efsanevȋ Tanrı Dağlarının 5445 metre yüksekliğindeki Bogda Tepesi, yılın her günü buzullar ve karlarla örtülü iken, d ünyanın Lut Gölünden sonraki ikinci çukurunda yerleşen Turfan ise, denizden 154 metre aşağıda kurulmuştur ve sıcaklık yılın pek çok ayı boyunca 40 derecenin üstünde seyreder, yazın ise 50 dereceyi bulur.   Bu sebeple "od vahası", “alev vahası” olarak da adlandırılır. Şehrin etrafını çevreleyen dağların adları da bu tenakuzu gözler önüne serer ve coğrafya hakkınd

ÖRNEK BİR BÜYÜKELÇİLİK

            Bugün bayram... Gönüllerimizin umutla dolduğu, sevinç içinde olmamız gereken günler, bugünler... Bu sebeple ben de bu anlamlı günde, ülkemiz için yurtdışında yapılan güzel faaliyetlerden söz etmek, bu konudaki hatıralarımdan yola çıkarak bazı gözlemlerimi aktarmak istiyorum. Örneğim de son yurtdışı görev yerim Kazakistan'dan olacak.               Öncelikle söylemek gereken, bulunduğum süre içinde ülkemizin Kazakistan'daki büyükelçiliğinin çok gayretli, samimi ve kardeşçe hislerle çalıştığıdır. Her düzeydeki büyükelçilik mensuplarının iki ülke ilişkilerinin daha da geliştirilmesi, güçlendirilmesi için nasıl samimi çaba gösterdiklerini görerek ülkem adına hep sevinmişimdir.               Elbette bunda, ülkemizin dış misyonlarındaki yeni görev anlayışının büyük rolü olduğu kuşkusuzdur. Ancak insan unsurunun da en az bunun kadar önemli olduğu da bir gerçek. Örneğin ben ilk gittiğimde Astana Büyükelçisi olan Sn. Nevzat Uyanık, Müsteşar Sn. Özlem Hersan idi ve onların lid