Ana içeriğe atla

Karabağ Sürgünleri (Karabağ'daki Ermeni İşgalinin Yurtsuz Bıraktığı İnsanlar)

Karabağ Sürgünleri

Sovyetler Birliği’nin dağılması pek çok halk için yeni ve umutlu bir başlangıç oldu. Azerbaycan sınırları içindeki Dağlık Karabağ özerk bölgesi ve çevresindeki yerleşimlerde yaşayan Azeriler için ise büyük acıların, bitmeyen bir trajedinin miladıydı. O tarihte dünyanın gözleri önünde bir etnik temizlik suçu işlendi. Ermenistan’ın işgaliyle bir milyona yakın Azeri topraklarından sürülüp atıldı. Binlercesi öldürüldü. Dünyanın suskunlukla geçiştirdiği olayın üzerinden 14 yıl geçti. Vagon-evlerde, çadır şehirlerde, derme çatma barınaklarda yaşam mücadelesi veren Azeriler, evlerine dönmeyi bekliyor. Ermenistan ise işgal ettiği toprakları ilhak etmekten söz ediyor.
Öfkesine hakim olamıyordu. “Dört ay” dedi, “Hocalı kuşatma altında yaşadı, tam dört ay”.
Anlattığı II. Dünya Savaşı’ndan uzak ve yabancı bir sahne değildi. Burnumuzun dibinde, daha geçenlerde yaşanmış bir trajediydi. Bütün dünyanın yaşandığı sırada ilgisiz kaldığı, bugünse hatırlamak bile istemediği bir trajedi.
Elman Memmedov, kuşatma altındaki şehrin, Hocalı’nın o sıradaki valisiydi. “Katiyetle aklımıza gelmiyordu ki, biz Hocalı’yı terk edelim” dedi. Ama sivil insanlar nereye kadar dayanabilirdi ki. “1991’in Kasım’ının 1’inden, 1992 Şubat ayının 25’ine kadar çok şehitler verdik, esir düşenlerimiz oldu, ama mukavemet gösterebildik. Sonra gördük ki, artık ahali kırılır. Kırılanların çoğu kadınlardır, çocuklardır. Ve bunları kurtarmak lazımdır. Benim tarafımdan emir verildi ki, artık şehri terk etmeliyiz. Buna göre bir istikametten başladık çıkmaya. O istikameti seçmiştik ki, orada yol yok idi. Çünkü yoldan gittin, Ermeni kontrol noktasıdır. Orda pusuya düşersin. Kış… Meşelik, dağ kardı; soğuk vardı. Mesafe çok uzaktı.”
Şimdi Azerbaycan’da Pirşahı kasabasında sürgün hayatı yaşayan Nazile Selimova ise, can derdine düştükleri o soğuk kış gecesini şöyle anlattı: “O gece, öyle bil ki, kar üstüne kar yağmıştı. O karın üstünde ilerleyen insanlar, kendilerine bir aydınlık huzmesi arıyorlardı… Ay Allah, biz nereye gidelim, hangi yana kaçalım. Karlı ırmağı, buz gibi soğukta kim yalın ayak geçebilir. Korku öyle şey ki, buz gibi suları gece geçip gittik. Derelere tepelere düşmüştük. Nine torundan, baba çocuktan, anadan ayrı düşmüştü. Arayıp bulamıyorduk ki, hay Allah, hangi yöne gidelim.”
Söylenenler ne denli acı olsa da, bir milyon insanın o günlerde yaşadığı dehşeti ve bugünlerde içine düştüğü sefaleti anlatmaya yetmiyor. Onlara “kaçkınlar” ve “göçkünler” deniyor. Yıllardır vagon şehirlerde, naylon çadırlarda, barakalarda, Sovyet döneminin kırık dökük toplu konutlarında, her türlü yaşam nimetinden yoksun, evlerine dönecekleri günü hasretle bekliyorlar. Dönecekler mi? İşgal bitecek mi? Bilmiyorlar… Evlerinden, atalarının kurduğu dünyadan geriye ne kaldı? Onu da bilmiyorlar… Savaş ve sürgün sırasında doğanlar şimdi 15 yaşında; ata toprağına ilişkin “Karabağ çok güzelmiş, meyve bahçeleri varmış” diyebiliyorlar en fazla.
Onlar da anlamıyorlar. Kuveyt’i işgal etti diye Irak’ı haritadan silecek denli gazap duyan ABD, onun destekçisi ülkeler, AB, BM neredeler? Karabağ’ın yanı sıra Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini işgal eden ve tam bir etnik temizlik harekatıyla bu toprakların halkını sürüp atan Ermenistan’a neden ses çıkarılmaz? Dünya halen susuyor ve dünya sustukça Ermenistan konuşuyor; Devlet Başkanı Robert Koçaryan “Karabağ’ın Ermenistan’a ilhakından başka seçenek kalmadı. Bu konuda bize kimse engel olamaz” diyor. Ama öte yandan Azerbaycan’ın kararlılığı ve hızla silahlanıyor olması, meselenin bir oldu bittiyle çözülemeyeceğini de gösteriyor. Sonuçta çözüm giderek belirsizleşiyor, sürgünler için gelecek kararıyor, ümitler tükeniyor. Onca ölüm, ıstırap ve halen çekilen çile de cabası…
Sömürge Mirası
Aslında herşey 1805 Kürekçay Antlaşması ile başladı. İsimleri değişse de hep Türk devletleri tarafından yönetilen ve son devirde bağımsız bir hanlık olan Karabağ, o tarihte Rus Çarlığına bağlandı. Ardından sonuçları bugüne kadar uzanacak olan 1813 tarihli Gülistan ve 1828 tarihli Türkmençay anlaşmaları imzalandı. Rus Çarlığı ile İran arasında yapılan bu anlaşmaların en önemli sonuçlarından birisi, Azerbaycan coğrafyasının bölünmesi ve bölgeye Ermeni nüfusunun göçüne kapı aralaması oldu. Nitekim, Türkmençay anlaşmasının 15. maddesi, İran’dan Rusya’ya göçü serbest bırakıyordu. Bu ise bölgede yaşayan Ermenilerin kitleler halinde bugünkü Ermenistan ve Karabağ’a göçüyle sonuçlandı. Aynı dönemde Ruslarca işgal edilen Osmanlı topraklarından da binlerce Ermeni göç ettirildi. Kayıtlara göre yalnızca 19. yüzyılın ilk yarısında 300 bine yakın Ermeni nüfus getirilmişti. Bunlar genellikle bugünkü Erivan, Dağlık Karabağ, Nahçıvan, Zengezur ve Ordubad bölgelerine dağıtılmışlardı.
Oysa, Çarlık Rusyası’nın bu göç politikasını uygulamaya koyduğu ilk yıllarda, bölgede Türkler ezici bir çoğunluğa sahiptiler. Örneğin, dönemin Rus ordusu komutanı Yermalov tarafından (1805-1822) hazırlanan bir istatistiğe göre, Karabağ nüfusunun yüzde 78.3’ü Azerbaycan Türklerinden, yüzde 21.9’u Ermenilerden oluşuyordu. Tüm gayretlere rağmen bu sayısal üstünlük 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam etti. Nitekim, 1886 yılında yapılan bir istatistiğe göre, bugün Azerbaycan’ın ana karasıyla Nahçıvan arasında kalan Zengezur bölgesindeki 326 köyden yalnızca 81’i Ermenilere aitti. Erivan’da da ahalinin yüzde 66’sı Azeri, yalnızca yüzde 34’ü Ermeni’ydi.
Sonraki gelişmeler ve özellikle I. Dünya Savaşı, bölgenin nüfus dengesini alt üst etti; 1916 yılına gelindiğinde Ermeni nüfus ikiye katlandı ve yüzde 46’ya yükseldi. Buna rağmen Azeri Türkleri çoğunluk olmayı sürdürdüler. Karabağ’da da durum farklı değildi; 22 Ağustos 1919 yılına ait bir arşiv belgesinde, bölgedeki Ermeni azınlığın haklarının teminat altına alınmasından söz edilmesi de bunu göstermekteydi. Bu tablo, Sovyetler Birliği döneminde tamamen değişecek; Karabağ olaylarının sıcak çatışmaya dönüştüğü 1990’lı yıllara gelindiğinde ise, 19. yüzyıl başlarındaki durumun tam tersi bir görünüm alacaktı.
Rusların 19. yüzyıl boyunca uyguladığı politika istenen sonucu vermedi; bölgede hala Türkler çoğunluktaydı. Nüfus dengesi değiştirilemeyince Türklerin zorla uzaklaştırılması gündeme geldi. Bunun yöntemi olarak da, baskı ve sindirme yolu seçildi. Böylece 1905 ve 1907’deki kanlı olaylar yaşandı. Çarlık Rusya’sının desteklediği bu eylemler, bugünkü Ermenistan ve Dağlık Karabağ’daki Azerilerin ilk kitlesel sürgünlerinin de başlangıcı oldu. Bölgedeki Türkleri bulundukları yerlerden zorla çıkarmaya yönelik ikinci büyük sistematik saldırı dalgası ise 1918 yılında ortaya çıktı. O sıralarda, Bakü’de kurulan Bolşevik yönetimin başına Lenin tarafından Ermeni asıllı Şaumyan atanmıştı. Bu gelişmeyle birlikte harekete geçen Taşnaklar, Azerbaycan tarihine “31 Mart kırgınları” olarak geçen ve kısa sürede tüm ülke sathına yayılan tedhiş hareketlerini başlattılar. İki gün içerisinde yalnızca Bakü ve civarında 20 bine yakın insan öldürüldü, binlercesi kaçtı. Azerbaycan tarihinde bu göç hareketine “kaça kaç” ya da “kaça kov” denilmektedir.
Bu kırgın ve sürgün politikası, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun, “Kafkas İslam Ordusu” adıyla, 1918 Mayıs’ında Azerbaycan’a gelmesi ile durduruldu. Yaklaşık dört ay süren bir askeri harekatla tedhiş sona erdirildi. Sahip olduğu zengin petrol yatakları sebebiyle Rusların göz koyduğu Bakü, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin başşehri ilan edildi. Bugünkü Azerbaycan’ın siyasi sınırları da o tarihte çizildi.
Ancak, 1920 yılında tüm Kafkas bölgesi, Sovyetler Birliği’nin yönetimi altına girdi. Ermeniler bu dönemde de etkin konumlarını sürdürdüler. Ermenistan’ın sınırlarının asıl genişlemesi de bu dönemde gerçekleşti. Öyle ki, 1920’lerde başlayıp 1980’lere kadar geçen süre içerisinde Ermenistan, Azerbaycan toprakları aleyhine üç kattan fazla genişleyerek, ilk kurulduğu yıllardaki 9 bin kilometrekareden bugünkü 29 bin kilometrekarelik alana ulaştı. Zaten, daha ilk fırsatta, 1920-21 yıllarındaki yeni sınır düzenlemelerinden yararlanarak, Nahçıvan ile Azerbaycan arasındaki Zengezur ve Göyçe bölgelerini topraklarına kattı. Böylece, Azerbaycan’ın Nahçıvan, dolayısıyla Türkiye ile olan coğrafi bütünlüğü ortadan kalktı, ülke bugünkü parçalı halini aldı.
Sovyet hakimiyeti kurulduktan üç yıl sonra, Dağlık Karabağ’ın Ermenistan sınırlarına katılmasına karar verildi. Bu karar, uyandırdığı hoşnutsuzluk nedeniyle, ertesi gün Stalin’in de katıldığı bir toplantıda iptal edildi. Ancak aynı gün, yani 5 Temmuz 1923 tarihinde, Dağlık Karabağ’ın statüsü değiştirilerek, Azerbaycan sınırları içerisinde kalmak kaydıyla, özerk bölge hale getirildi.
Ermenistan, elde ettiği toprakları etnik bakımdan arındırma fırsatını II. Dünya Savaşı’ndan sonra yakaladı. Diasporanın da desteğiyle, 23 Aralık 1947 tarihinde SSCB Bakanlar Kurulu’ndan “Ermenistan SSC’den Kolhozcuların ve Başka Azerbaycanlı Ahalinin Azerbaycan SSC’nin Kür-Araz Ovalığına Göç Ettirilmesi Hakkında” bir karar çıkartıldı. Azerbaycan’da Atatürk Merkezi Başkanı ve Azerbaycan Milli Meclisi Kültür Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Nizami Caferov, bu dönemde Türklerin Ermenistan’dan Azerbaycan topraklarına zorunlu göç ettirilmelerinin Moskova’nın talimatı ile olduğunu belirtiyor. Göyçe, Ağababa, Zengezur, Makalı gibi bölgeler de Türkler nüfusun yüzde 90’ını teşkil ediyorlardı. Bu ise, dönemin Sovyet politikası açısından riskli bir durumdu. Moskova, bunun için Ermenilerin isteklerine sıcak baktı, hatta destekledi.
Diğer yandan Ermeniler, 1948’den 1953 yılına kadar geçen sürede yüz binlerce insanı Azerbaycan’a göndererek, Azerilerin “Batı Azerbaycan” olarak adlandırdığı bugünkü Ermenistan’ı Türklerin azınlık olarak yaşadıkları bir bölge haline getirdiler. Bu arada Ermenistan’ın, SSCB Merkez yönetiminin verdiği bu karardan özellikle stratejik bölgelerdeki Azerbaycan Türklerini boşaltmak biçiminde yararlandığı dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, özellikle Türklerin ekonomik, sosyal ve kültürel yönden güçlü oldukları yerler boşaltıldı. Bunun en somut olanı da başkent Erivan’dan Türklerin sürgün edilmesiydi. Türklerin boşalttığı yerlerin adları da hemen değiştirilmeye başlandı.
Ermenistan’ın Türklerden tamamıyla temizlenme süreci ise Mihail Gorbaçov’un SSCB Komünist Partisi Genel Sekreterliğine gelmesi ile tamamlandı. Ermenistan’ın 170 ayrı yerleşim yerinde yaşayan 250 bin civarında Türk, 1988 Kasım ayının 20’sinden itibaren 15 gün içerisinde yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan, planlı bir şekilde ve zorla sürgün edildiler. Bu son olay, bugünkü Dağlık Karabağ ve “Kaçkın-Mecburi Göçkün” olgusunun ana sebeplerinden biriydi. Çünkü bugünün ilk “kaçkınları”, Ermenistan’dan sürgün edilenlerdi.
Diğer yandan, bu etnik temizlik ve Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’la birleştirilme çabalarına, her geçen gün kitleler halinde Azerbaycan’a gelen insanların çok zor şartlar altında çadırlarda, tren vagonlarında yaşama görüntüleri eklenince, Azerbaycan kamuoyunda, Ermenilere ve önlem almayan Sovyet yönetimine çok ciddi bir tepki oluşmaya başladı. Nihayet 17 Kasım 1988’de Azadlık Meydanı gösterileri başladı. Yüz binlerce insanın katılımıyla gerçekleşen bu gösteriler, kısa zamanda organize bir halk hareketine dönüştü. Gösterilerin önünü alamayan Sovyet yönetimi ise çareyi askeri müdahalede buldu ve 20 Ocak 1990 gecesinin o meşum olayları meydana geldi. Çeşitli istikametlerden giren Sovyet tankları, kurulan barikatlar önündeki insanları ezerek, çevreye ağır silahlarla ateş yağdırarak Bakü’ye girdi. Olaylar sırasında onlarca sivil hayatını kaybetti. Bütün bunlara rağmen, Azerbaycan’daki protesto hareketleri güçlenmesini sürdürdü ve Sovyetler Birliğinin çözülmesi yolunda en önemli etkenlerden biri oldu.
Öte yandan Ermeniler Dağlık Karabağ’ı Türklerden boşaltma faaliyetini hızlandırdılar. Buna direnen halkla, Ermeni silahlı birlikleri arasında sıcak çatışmalar başladı. Sovyetler Birliği’nin 1991 yılı sonlarında dağılması ile çatışmalar iyice alevlendi.
Karabağ savaşlarının en dramatik sahneleri, Dağlık Karabağ’ın Hocalı şehrinde yaşandı. 1992 yılının Şubat ayının 25’ini 26’sına bağlayan gece, Ermenistan Silahlı Kuvvetleri ile Dağlık Karabağ’daki Ermeni milisleri, SSCB’nin Hankendi’nde yerleşen 366. Motorize Alayının da katılım ve desteğiyle Hocalı şehrine büyük bir saldırı başlattılar. Bir gece içerisinde 613 sivil öldürüldü, bin 200’den fazla insan da esir alındı. Öldürülenler ve esir götürülenler arasında, 1989 yılında Fergana olaylarından kaçarak, Hocalı’ya gelip yerleşen Ahıskalı Türkler de bulunuyordu. Bu rakamların birkaç bin kişinin kaldığı bir şehirde meydana geldiği düşünülürse, trajedinin boyutları daha iyi anlaşılır.
Karabağ savaşları süresince 20 bin dolayında Azerbaycanlı hayatını kaybetti, 4 bin 866 insan esir ya da kayıp düştü, 100 bin civarında insan yaralandı ve yaralıların yarıya yakını sakat kaldı. Bu sırada, Azerbaycan’ın yüzde 20’sine denk gelen 17 bin kilometrekarelik toprağı işgal edilmiş; 900 yerleşim yeri, 131 bin civarında ev, 1025 okul, 798 sağlık merkezi, 1500 kültürel mekan, 12 müze, 9 saray tahrip edilmiş ya da yakılmış, müzelerdeki 40 bin civarında tarihi eser talan edilmişti. Bu arada, 927 kütüphanede bulunan on binlerce kitap ve el yazması eser de yok edilmişti.
Ermeniler, ateşkesin ilan edildiği 1994’ün 12 Mayıs’ına kadar Dağlık Karabağ’ın tamamını ve etraftaki yedi şehri ele geçirmişlerdi. Buralarda yaşayan 700 bini aşkın Azerbaycan Türkü, yerlerini terk ederek, iç bölgelere göç etmek zorunda kalmıştı. Böylece bugüne kadar sürecek “kaçkınlar ve mecburi göçkünler” sorununun iki ayağı da ortaya çıkmıştı.
"Kaçkınların ve Mecburi Göçkünlerin Statüsü Hakkındaki" Azerbaycan Cumhuriyeti kanunu, kaçkın ve mecburi göçkünlük kavramlarına şöyle açıklık getiriyor. “Kaçkın, Azerbaycan Cumhuriyeti vatandaşı olmayıp, ırki menşei, milliyeti, dini inanışı, bağlı olduğu sosyal grup veya siyasi düşüncesi sebebiyle baskılara maruz kaldığından vatandaşı olduğu ülkeden ayrılmak zorunda kalan” şahıslardır. “Mecburi göçkün” ise, “Azerbaycan Cumhuriyeti sınırları içerisinde askeri saldırı, tabii vb. felaketler sonucunda daimi yaşadığı yeri terk etmek zorunda olan” ülke içerisinde yerinden edilmiş olanlardır.
Bu tanımlamalara göre, Ermenistan’dan Azerbaycan’a sürgün edilenler “kaçkın”, Dağlık Karabağ ve etrafındaki işgal edilmiş şehirlerden göçenler ise “mecburi göçkün”dürler. Bir anlamda, “kaçkınlar” “mülteci”, “mecburi göçkünler” ise “iç göçmen” statüsündeler. Ermenistan’dan 1988’de sürgün edilen “kaçkınlar”, bugün genellikle Azerbaycan’ın kuzeyindeki Kazak, Tovuz, Ağstafa, Hızı gibi şehirlerde yaşıyor. Kendilerini “Batı Azerbaycanlı” olarak adlandıran bu insanlar, “Yerazlılar” olarak da tanınıyorlar. Onların sürgünlerinin tarihi daha eskiye dayandığından, bugün ülkenin siyasi hayatında ve bürokraside önemli bir konuma sahipler. Bugünkü kabinede ve mecliste önemli sayıda “Yerazlı” var.
Sürgünler, büyük oranda Azerbaycan’ın bugünkü nüfusuyla kaynaşmış durumdalar. Ancak, doğdukları topraklara yeniden dönebilme ümitlerini de kaybetmemişler. Bu amaçla, “Batı Azerbaycan’a Geri Dönüş Cemiyeti” adlı bir dernek etrafında faaliyet gösteriyorlar. 1988’den sonra Ermenistan’dan sürgün edilen “kaçkınlar”ın sayısı 250 bin civarında. Ermenistan’dan en son çıkanlardan Prof. Dr. İsrafil Memmedov, 1990 yılına kadar Erivan’da yaşamış ve Ermenistan’da Milli Eğitim Bakan Yardımcılığı, Ermenistan Milli İlimler Akademisi üyeliği de yapmış. Prof. Memmedov, son sürgünlerin öyküsünü şöyle anlatıyor: “1988’de Ermenistan parlamentosunda karar kabul olundu ki, Azeriler buradan kovulmalıdır. Bu karardan sonra hiç Azeri kalmadı. 1301 köyümüz vardı. Şimdi o köylerde Azeriler yaşamıyorlar. 167 camiyi de ortadan kaldırdılar. Bizimkiler hem fiziki hem de manevi soykırıma maruz kaldılar. Edebiyatı, mescidi her şeyleri ellerinden alındı. Ermenilerin faciası ondan ibarettir ki, Ermeniler hem toprağa, hem de milli her şeye sahip olurlar.”
“Mecburi göçkünler” ise, Azerbaycan’ın hemen her bölgesine dağılmış durumdalar. Onlara ülkenin her bir köşesinde rastlamak mümkün. “Kaçkınlar ve Mecburi Göçkünlerle İlgili Devlet Komitesi” Başkanı Ali Hasanov’un verdiği bilgilere göre, kaçkın ve mecburi göçkünler “Azerbaycan’ın 68 il ve ilçesinde meskunlaşmışlar. Ancak daha çok, başşehir Bakü çevresi ile, işgal bölgelerine yakın Berde, Ağcabedi, İmişli, Saatlı, Sabirabad, Yevlak, Beylegan gibi şehirlerin arazilerinde” yoğun şekilde hayatlarını sürdürüyorlar.
Mecburi göçkünlerin yaşadıkları yerlerden biri, Azerbaycan’ın güneyinde bulunan İmişli şehrindeki “vagon şehirler”. Burada yaşayanlar daha çok Karabağ’ın Fuzuli, Cebrail ve Laçın şehrinden kaçanlar. Yaklaşık 13 yıldır bu vagonlarda sefalet içinde yaşıyorlar. Başlangıçta bu vagonlarda 20 bin civarında göçkün bulunuyordu; bugün iki bin civarında insan kalmış. Buradan ayrılanlar ise çoğunlukla Bakü’ye ve yeni inşa edilen Örenkale ile Kaydış göçkün kasabalarına yerleşmişler.
Bağımsızlığının daha ilk günlerinden itibaren, hazırlıksız ve lojistik imkanlardan mahrum bir şekilde kendini savaşın içerisinde bulan Azerbaycan Hükümeti, Karabağ göçmenleri için belirli merkezler oluşturmaya çalıştı. Bu amaçla, 12 yerde çadır şehirler meydana getirildi; 16 baraka kamp şehir inşa edildi. Bölgelerde bulunan okullar, hastahaneler, kamu binaları “mecburi göçkün” meskenlerine çevrildi. Sahipsiz binalarda konaklamalarına izin verildi. İstasyonlardaki binlerce vagon, mülteci barınakları haline geldi. Gençler buralarda evlendi, yeni bebekler dünyaya geldi, çocuklar büyüdü, ölenler o civarda toprağa verildi. Ancak, sorunun çözümünün uzaması bu insanların sıkıntılarının her geçen gün katlanarak artmasına yol açtı.
Bu durumu göz önüne alan Azerbaycan Hükümeti 2004 yılından itibaren “Kaçkınların ve Mecburi Göçkünlerin Yaşantı Şartlarının İyileştirilmesi Üzerine” bir devlet programı hayata geçirme kararı aldı. Buna göre, geçici “Mecburi Göçkün” evleri inşa edilmeye başlandı ve bugüne kadar 12 çadır şehirden sekizinde yaşayanlar buralara taşındı. Kaçkın ve Mecburi Göçkünlerle İlgili Devlet Komitesi’nin verdiği bilgilere göre 2007 yılında bu çadır şehirlerinin kalanları da lağvedilerek göçkünlerin yeni kurulacak yerleşim yerlerine taşınması sağlanacak. Daha sonra da, ülkenin çeşitli yerlerinde bulunan 16 baraka-kamp ortadan kaldırılacak. Bu yeni yerleşim yerleri, işgal topraklarının geri alınmasına kadar, geçici bir yaşam ortamı olarak değerlendiriliyor. Tüm mecburi göçkünlerin kendi topraklarına dönmeleri planlandığından yeni meskenlerin tapuları onlara verilmiyor.
Devlet her bir mecburi göçkün ve kaçkına, yılda 660 bin Manat (bugünkü kurla yaklaşık 200 YTL) yardım yapıyor. Bunun yarısı peşin ödenirken, yarısı da ortak harcamalara ayrılıyor. Bunun yanı sıra her aileye 40 litre yakacak ve 146 bin mecburi göçküne un, şeker, pirinç, yağ olarak erzak yardımı yapılıyor. Devlet petrol fonundan da yılda yaklaşık 120 milyon dolar ödenek ayrılıyor. BM Dünya Gıda Yardımı Fonu da her ay 136 bin kişiye erzak yardımında bulunuyor.
Sürgünlerin çocukları 702 okulda eğitim görüyor. Okulların bir bölümü mülteci çadır şehirleri ve barınaklarında, bir kısmı kaçkın ve mecburi göçkünlerin barındıkları binalarda yer alıyor. Şu anda 100 bine yakın öğrenci bu okullarda eğitim görüyor. Ancak, kalabalık sınıflarda ve elverişsiz koşullarda yapılan bu eğitimin yeterli olmadığı açık.
Kaçkın ve mecburi göçkünlerin karşı karşıya bulundukları en önemli sorun ise işsizlik. Kaydetmek gerekir ki, 780 bin civarındaki mecburi göçkünün 200 bini işsiz. Bu da çalışabilir nüfus içinde çok yüksek bir orana tekabül ediyor. Diğer yandan, yoksulluk sınırı da, ülke ortalamasının bir hayli üzerinde. Azerbaycan’da ortalama yoksulluk oranı yüzde 40 iken, mecburi gökçünler arasında yüzde 72,2’yi buluyor.
Bugün Azerbaycan’da yaşayan mecburi göçkünlerin sayısının 780 binden fazla olduğu belirtiliyor. Ermenistan’dan sürülen 250 bin civarındaki kaçkın da hesaba katılırsa, Azerbaycan’ın bir milyondan fazla mülteciyle karşı karşıya olduğu görülür. Bu Azerbaycan nüfusunun yüzde 15’i demektir. Aynı şekilde, dünyadaki toplam mültecilerin sayısının 17 milyon olarak hesaplandığı düşünülürse, Azerbaycan’ın yükünün ne kadar ağır olduğu daha iyi anlaşılır. Bunların yanında Azerbaycan, 1988 Fergana olaylarından sonra kendisine sığınan 50 bin Ahıska Türk’üyle beraber 100 bine yakın yabancı mülteciyi de topraklarında barındırıyor.
AGİT Minsk grubu eşbaşkanlarının 2005 sonlarında bölgeye yaptıkları ziyaret sonundaki açıklamaları, Karabağ sorununun çözümü için umutları artırdı. Öyle ki 2006 yılının bu bakımdan anahtar bir yıl olacağı intibaı verildi. Aslında sorunun çözümü sadece Azeriler için değil, tüm bölge, hatta uluslararası istikrar açısından çok önemli. Dünyanın en önemli enerji koridorlarından ve en stratejik bölgelerinden biri olan Kafkaslar’da barışın egemen olması bir ölçüde bu sorunun çözülmesine bağlı. Aksi takdirde, hem bu bir milyonu aşkın sürgünün dramı devam edecek, hem de belki de yeni savaşların ve yeni sürgünlerin yolu açılacak.
Abdulhamit Avşar

“Atlas” dergisi
Sayı: 155, Şubat 2006
sayfa 32-52

Bu blogdaki popüler yayınlar

Selçukluların Tarih Sahnesine Çıktığı KAYIP ŞEHİR: CEND

Nehrin ötesi anlamına gelen “Maveraünnehr”, Ceyhun Irmağı’nın kuzeyinde uzanan merkezî Asya bölgesini anlatır.   Müslüman Araplar, bu tanımlamayı, Grekler ve Romalıların klasik literatüründe kullanılan “Transoksiyana” sözünün tam karşılığı olarak kullanmışlardır. Bölgenin güney sınırlarını Ceyhun Irmağı (Amuderya) belirlerken, kuzey sınırlarında da Seyhun Irmağı (Sirderya) uzanır. Maveraünnehr, tarihin ilk dönemlerinden itibaren önemli yerleşim yerlerinden biri olmuş, medeniyetlere, cihan imparatorluklarına beşiklik etmiştir. Anadolu’ya, adları, Ceyhan ve Seyhan olarak taşınan bu ırmaklar arasında uzanan uçsuz bucaksız toprakları bir tenakuzlar coğrafyası olarak tanımlamak yanlış olmaz… Buralarda seyahat ederken verimli ovaların hemen ötesinde ufukları kaplayan bozkırlar karşılar insanı… Seyredenlere azamet duygusu veren yüce dağların zirvelerinden ise karlar hiç eksilmez… Aynı zamanda bir imparatorluklar beşiğidir Seyhun ve Ceyhun arası engin topraklar… Renkli ve sonsuzmuş

Çöl Ortasındaki Medeniyet Havzası: TURFAN

Rus kâşif Kuznetsov, “Orta Asya’yı gezen herhangi birine ayrımların dışında aklında ne kaldığını soracak olursanız, size ‘çelişkiler’ diyecektir” der. Gerçekten de anayurdun uçsuz bucaksız coğrafyasında, her yerde ve her şeyde insanda hayranlık uyandıran bir tenakuzla karşılaşmak âdeta tabii bir durumdur. Kadim İpek Yolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Doğu Türkistan’ın Turfan şehri, bu çelişkilerin en bariz misallerinden biri olarak karşımıza çıkar.   Şehrin kuzeyinde uzanan efsanevȋ Tanrı Dağlarının 5445 metre yüksekliğindeki Bogda Tepesi, yılın her günü buzullar ve karlarla örtülü iken, d ünyanın Lut Gölünden sonraki ikinci çukurunda yerleşen Turfan ise, denizden 154 metre aşağıda kurulmuştur ve sıcaklık yılın pek çok ayı boyunca 40 derecenin üstünde seyreder, yazın ise 50 dereceyi bulur.   Bu sebeple "od vahası", “alev vahası” olarak da adlandırılır. Şehrin etrafını çevreleyen dağların adları da bu tenakuzu gözler önüne serer ve coğrafya hakkınd

ÖRNEK BİR BÜYÜKELÇİLİK

            Bugün bayram... Gönüllerimizin umutla dolduğu, sevinç içinde olmamız gereken günler, bugünler... Bu sebeple ben de bu anlamlı günde, ülkemiz için yurtdışında yapılan güzel faaliyetlerden söz etmek, bu konudaki hatıralarımdan yola çıkarak bazı gözlemlerimi aktarmak istiyorum. Örneğim de son yurtdışı görev yerim Kazakistan'dan olacak.               Öncelikle söylemek gereken, bulunduğum süre içinde ülkemizin Kazakistan'daki büyükelçiliğinin çok gayretli, samimi ve kardeşçe hislerle çalıştığıdır. Her düzeydeki büyükelçilik mensuplarının iki ülke ilişkilerinin daha da geliştirilmesi, güçlendirilmesi için nasıl samimi çaba gösterdiklerini görerek ülkem adına hep sevinmişimdir.               Elbette bunda, ülkemizin dış misyonlarındaki yeni görev anlayışının büyük rolü olduğu kuşkusuzdur. Ancak insan unsurunun da en az bunun kadar önemli olduğu da bir gerçek. Örneğin ben ilk gittiğimde Astana Büyükelçisi olan Sn. Nevzat Uyanık, Müsteşar Sn. Özlem Hersan idi ve onların lid