Ana içeriğe atla

Milli Mücadele Dönemi’nde Türkiye-Türkistan İlişkileri

İstiklal Savaşı’na Farklı Bir Bakış
-Milli Mücadele Dönemi’nde Türkiye-Türkistan İlişkileri-


“Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,
kısık gözleri,
seyrek sakalı,
hafif makinalı tüfeğiyle
dağlarda bir başına dolaştı.
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
ne zaman sıkışsa bizimkiler,
peyda oluverdi, yerden biter gibi o.
Ve ateş etti
ve düşmanı dağıttı
ve kayboldu dağlarda yine.

Nazım HİKMET
“Kuvayi Milliye Destanı’ndan”[1]


İstiklal Savaşı dönemi Türkiye Türkistan ilişkileri, o devrin üzerinde çok fazla durulmamış konularından birisidir. Bu hususla ilgili en dikkat çekici çalışma Türkistanlı araştırmacı Çağatay Koçar’ın XI. Türk Tarih Kongresi’ne sunduğu “Çukurova’nın Kurtuluşu’na İştirak Eden Türkistanlılar” konulu bir tebliğidir. [2] Ancak tebliğ, konuya sınırlı bir çerçeveden bakmakta ve Çukurova Milli Mücadelesi sırasında gösterdiği kahramanlıklarla ünlenen Hacı Yoldaş üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bunun dışında ise, yalnızca çeşitli hatıratlarda yine bu dönem ilişkilerinin farklı yönleri üzerinde küçük ve dağınık bilgiler yer almaktadır. Oysa, Milli Mücadele yıllarında Anadolu ile Türkistan arasında tahmin edilenden daha yoğun bir irtibat mevcuttur ve diplomasiden ekonomiye, eğitim alanından savaş alanlarında fiilen yer almaya kadar uzanan bir çeşitlilik gösterir. Biz burada bir makalenin sınırlarına bağlı kalarak, dönemin Türkistan – Türkiye ilişkilerine genel hatlarıyla bir bakış sergilemeyi düşünüyoruz.
Milli Mücadele dönemi Türkiye-Türkistan ilişkilerini, devletten devlete ilişkiler ve İstiklal Savaşı’na Türkistanlı halkın gösterdiği ilgi olarak iki ana başlık altında ele almak mümkündür.
Bilindiği gibi, 16. yüzyılın hemen başlarında, kadim Türk anayurdundan Balkanlara kadar uzanan büyük Türk coğrafyası talihsiz bir dönemle karşı karşıya kalmıştır. Kardeşin kardeşle, siyasi mülahazalar adına karşı karşıya geldiği bu tarihten sonra, Türk dünyası üç ana coğrafyaya bölünmüş ve böylece önceki dönemlerde var olan, doğudan batıya, batıdan doğuya karşılıklı ve sürekli nüfus hareketliliği kesilmiştir. Bu, o zamana kadar Avrasya coğrafyasının hükümran ve hakim milleti olan Türklerin, bu yeni bölünmüş coğrafyalar içinde donuklaşmasına ve akabinde gerilemesine yol açan en önemli faktörlerden biri olmuştur. Bir süre sonra da, Orta Asya’da büyük devletler dönemi sona ermiş, Türkler kendi içlerinde bölünerek küçük hanlıklar halinde yaşamaya başlamışlardır. Kafkaslar için de aynı şey geçerli olmuş ve özellikle bugünkü Azerbaycan coğrafyasında, tıpkı Orta Asya’da olduğu gibi küçük hanlıklar ortaya çıkmıştır. Bunun dış tesirlere daha çok kapı aralayacağı açıktı ve böyle de olmuş; 18. yüzyıldan başlayarak tüm Orta Asya ve Kafkaslar dış güçlerin denetimine girmiştir.
Bu uzun bir kopukluk döneminden sonra, Osmanlı Devleti ile Türkistan hanlıkları arasındaki ilk siyasi münasebetlerin ancak, 19. yüzyıl başlarından itibaren cılız da olsa, yeni bir hareketlenmeye sahne olduğu görülmektedir. [3]
Siyasi ilişkilerdeki asıl canlanma ise, Kırım Savaşı’ndan sonra Çarlık Rusyası’nın yayılma istikametini doğuya çevirmesi ve Türkistan hanlıklarını işgallerini hızlandırması ile daha belirgin bir hal almaya başlamıştır. Nitekim, 19. yüzyıl sonlarından itibaren, Türkistan hanlıkları, Osmanlı Devleti ile daha sıkı irtibat kurma teşebbüslerini arttırmışlar; hatta doğrudan askeri yardım ve himaye isteğine varan taleplerde bulunmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin de buna kayıtsız kalmamış, Kaşgar Hanlığı örneğinde olduğu gibi, askeri ve lojistik desteklerde de bulunmuştur.[4]
Milli Mücadele döneminde ise, artık Türkistan coğrafyası büyük ölçüde Rus işgali altındadır. Bağımsız olarak yalnızca, eski hanlık yönetimlerinin yıkılarak yerlerine halk cumhuriyetlerinin kurulduğu iki küçük devlet kalmıştır: Buhara Halk Cumhuriyeti ve Hive (Harezm) Halk Cumhuriyeti.
Dönemin belgelerine bakıldığında, o dönemdeki ilişkilerin daha çok Buhara Halk Cumhuriyeti ile kurulduğu görülmektedir. Buhara Halk Cumhuriyeti de, İstanbul yerine Ankara Hükümeti ile ilişki kurmayı ve işbirliği yapmayı tercih etmiştir. Ankara Hükümeti de Buhara Halk Cumhuriyeti’ni tanıyan dört devletten biri olmuştur. [5]
Bunda, söz konusu devletin yönetiminde Türkistan Cedidçilerinin bulunması ve hareketin önde gelenlerinin daha önce İstanbul’da eğitim almış kişiler olmasının etkili olduğu kuşkusuzdur.[6] Bu faktörlerin yanı sıra, o dönemde Milli mücadelenin anti-emperyalist bir hareket olarak görülmesi ve Sovyet Rusya ile sıcak ilişkiler içinde olmasının etkisi de göz ardı edilemez. Yine bu konudaki en önemli etkenlerden bir diğeri de, Mustafa Kemal tarafından Türkistan’a gönderilen İsmail Suphi Soysallıoğlu başkanlığında heyetin gösterdiği faaliyetlerdir denilebilir.
Soysallıoğlu başkanlığındaki heyetin gönderilmesinde, Buhara Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ardından Ankara hükümetinin Türkistan’la Anadolu arasında bir kanal açmaya duyduğu ihtiyaç önemli rol oynamıştır.[7] Bu amaçla Temmuz 1921’de Türkistan’a ayak basan Soysallıoğlu, ilk iş olarak oradaki çeşitli Türk toplulukları ile temasa geçmiş, aralarındaki ihtilafları ortadan kaldırmaya çaba sarfetmiştir. Bu amaçla döneminde önemli bir etkiye sahip olacak olan “Milli Türkistan Birliği” teşkilatının kuruluşu için uğraş vermiş ve bunun başarılmasında büyük katkısı olmuştur.[8] Soysallıoğlu ve beraberindeki heyetin faaliyetleri yalnızca, oradaki Türkler arasında birlik sağlama yönünde olmamış, ayrıca, çok kritik bir aşamaya gelen Milli Mücadele’nin Türkistan Türkleri arasında da layıkıyla anlaşılabilmesi için de büyük gayret sarf etmiştir.
Bunlarında da tesiriyle, özellikle Sakarya Savaşı’nın kazanılmasının ardından, Buhara Cumhuriyeti’nin TBMM hükümeti ile ilişkilerini daha da sıklaştırmaya yönelik bir politika izlemeye başladığı dikkat çekmektedir. Nitekim zaferin hemen ardından, Mehmet Recep ve Türkiye’de eğitim görmüş Mehmet Nizari adlı iki diplomatını Ankara’ya göndermiş ve TBMM hükümeti ile doğrudan siyasi irtibat kurma yoluna gitmiştir.
TBMM nezdine diplomatik temaslar yapmak üzere gönderilen bu heyet, 38 gün süren zorlu bir yolculuktan sonra 14 Aralık 1921 tarihinde Kastamonu’ya ulaşmıştır. Burada bir süre dinlendikten sonra da Ankara’ya giderler. Çeşitli temasların yanı sıra, Mustafa Kemal Paşa tarafından da kabul edilirler. Çok sıcak geçen kabul sonrası Buhara heyeti, beraberinde getirdiği el yazması bir Kur’an-ı Kerim ve çeşitli hediyeler yanında 3 adet altın işlemeli kılıcı Mustafa Kemal Paşa’ya takdim ederler. Bunlardan biri Başkomutan olması sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa’ya, diğeri Batı cephesi komutanı İsmet Paşa’ya verilir. Sonuncusunun verilme amacı ise çok dikkat çekici ve Türkistan halkının Milli Mücadeleye bakışını ortaya koyacak bir niteliktedir. Çünkü bu kılıç, o günlerde ülkenin kurtuluşunun sembolü olarak görülen İzmir’e girecek ilk komutana verilmek üzere getirilmiştir.[9] Nitekim İstanbul’da yayınlanan İkdam gazetesi bunu “Buhara’nın İzmir’i İstirdad Edecek Kahramana Hediyesi” başlığıyla vermiştir. [10] Milli Mücadele’nin ünlü süvari komutanı Fahrettin Altay da hatıralarında, Buhara’dan gönderilen kılıcın Türk subayları arasında büyük bir motivasyon unsuru haline geldiğinden söz etmektedir. Zaten Mustafa Kemal de, hediyeleri kabulünden sonra yaptığı ve Buharalı heyete “karındaşlarım” şeklinde hitap ederek yaptığı konuşmada kılıcın meydana getireceği bu etkiye vurgu yapmıştı.[11]
Buhara heyetinin Ankara’ya gelmesi iki ülke arasında önemli siyasi adımların da atılmasına kapı aralamış ve örneğin, Konya Valisi Galip Paşa , Buhara Cumhuriyeti’ne büyükelçi olarak atanmıştır. [12]

Diğer taraftan, Buhara siyasi heyetinin Ankara’da temaslarda bulunduğu sırada, 17 kişilik bir Buharalı öğrenci grubu da Kastamonu’ya gelir. Anadolu’nun dört bir yandan işgal altında bulunduğu bir sırada, Anadolu’ya öğrenci gönderilmesi son derece dikkat çekicidir. Buhara’nın bu tavrı, Türkistan Türkleri’nin Anadolu’nun kurtuluşuna inanç ve güvenlerinin ne kadar yüksek olduğunun bir göstergesi kabul edilebilir. Bunun yanı sıra bu tutum, Buhara Cumhuriyeti kurucularının, her ne kadar Sovyetlerle yakın bir bağlantı içinde olsalar da, gelecekte kendilerini Sovyetlere bağımlı kılmaktan kurtaracak ve dış politika alternatiflerini genişletecek bir arayış içinde olduklarını da göstermektedir denilebilir.[13]
Bu dönemde, Türkistan Türklerinin Milli Mücadele’ye çok önemli bir katkıları daha vardır ki, maalesef tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolmuş ve yeterince anlatılamamıştır.
Bilindiği gibi, İstiklal Savaşı tarihinde Sovyet Rusya’dan yapılan yardımların özel bir yeri vardır. Diğer tüm devletlerle savaş halinde iken, Sovyetler Anadolu hareketine destek olmuş ve bu kanalla önemli miktarda para ve silah yardımı gelmişti. Ancak tarihlerimizde Sovyet Rusya yardımı olarak yer alan bu büyük mali desteğin bambaşka bir hikayesi vardır ve aslında, bu yardım Türkistan Türklerine aittir.
Bekir Sami Bey başkanlığındaki bir heyet, mali yardım istemek amacıyla Temmuz 1920 ortalarında Moskova’ya giderler. Burada Lenin’le görüşler. Ancak Lenin kendilerinin de mali durumlarının iyi olmadığını söyleyerek, gerekli desteği vermeyeceklerini belirtir. Bu sırada, Buhara Cumhurbaşkanı Osman Hoca da yanında Başbakan Feyzullah Hocayev ile birlikte Moskova’dadır. Lenin kendilerine Türkiye’den gelen heyetten ve isteklerinden söz açar. Osman Hoca bunun üzerine kendilerinin verebileceklerini, çünkü Buhara Hanlığının hazinesinde bunun bulunduğunu söyler. Daha sonra Buhara Meclisinde konu tartışmaya açılır ve oybirliği ile 100 milyon altın ruble yardım edilmesine karar verilir. Ancak, paranın gönderilebilmesi için en emin yol Moskova hattıdır ve oraya gönderilir. [14]
Bu meselenin bir başka ilginç yönü daha bulunmaktadır. O da, Türkistanlı Türklerin Anadolu’da kurtuluş mücadelesi veren kardeşlerine yardım amacıyla Moskova’ya teslim ettiği 100 milyon altın rubleden yalnızca 11 milyonunun TBMM hükümetine ulaşmasıdır.[15] Geriye kalan 89 milyon altın ruble ise Sovyet Rusya hazinesinde kalmıştır.[16]
Milli Mücadele döneminde Türkiye – Türkistan arasındaki ilişkilerin ikinci önemli cephesi ise, bir çok gönüllünün Kuvayi Milliye saflarında savaşa ve fiili olarak verdikleri hizmettir.
Türkistan Türklerinin Osmanlı ordusu saflarında savaşlara katılmaya başlamalarının öyküsü, 93 harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sırasında başlamıştır. Ancak asıl yoğunluk, Balkan ve 1. Dünya Savaşları sırasında ortaya çıkar. Özellikle hac maksadıyla ya da öğrenim görme amacıyla ülkelerinden çıkan bir çok Türkistanlı genç, Osmanlı saflarında çeşitli cephelerde yer almışlardır. [17]
Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu saflarında yer alan Türkistanlıların bir çoğu, savaş sonrası çekilen orduyla birlikte Çukurova Bölgesine gelmiştir. Burada mahalli direniş mücadeleleri başlayınca da yeniden silaha sarılmışlar ve Kuvayi Milliye saflarına katılmışlardır. Bunların kaç kişi olduklarıyla ilgili çeşitli kaynaklarda muhtelif rakamlar ifade edilse de, sayılarının 400 civarında oldukları tahmin edilmektedir.[18]
Çukurova Milli Mücadelesine katılan Türkistanlılardan iki ismin ön plana çıktığı ve sembolleştiği görülmektedir: Hacı Yoldaş ve Sait Türkistanlı.
Bugünkü Özbekistan sınırları içinde bulunan Namengan şehrinde dünyaya gelen Hacı Yoldaş, özellikle 2. Kavaklıhan Savaşları sırasında gösterdiği kahramanlıkla Çukurova Milli Mücadelesinin sembol isimlerinden biri olmuştur. Dönemin önde gelen Kuvayi Milliye liderlerinden, sonra milletvekili de olan Damar Arıkoğlu, Fransızların Çukurova’da mağlup edilmelerinde Hacı Yoldaş’ın gösterdiği kahramanlığın büyük rolü olduğundan bahsetmektedir.[19] Bu büyük Türkistanlı Kuvayi Milliyeci yine Fransızlarla girdiği bir çatışmada şehit olmuştur.
Savaşa fiili olarak katılan Türkistanlıların bir diğer sembol ismi ise, Antep Savunması günlerinde büyük hizmetler görmüş olan Bombacı Mehmet Sait’tir. Aslen Doğu Türkistan’ın Yarkent şehrinden olan ve babasıyla birlikte geldiği Antep’te kuyumculuğa başlayan Mehmet Sait, Türkistanlı Sait olarak da tanınmaktadır. O zamana kadar Ermenilerin elinde bulunan kuyumculuğun, Türkler arasında yaygınlaşmasında da büyük katkısı olan Sait, Tüfekçi Yusuf’la birlikte ilkel imkanlarla, mağara yosunlarından istifade ederek barut imal etmiş, ayrıca, çeşitli yollarla bomba kalıbı dökerek Antep Milli Mücadelesine büyük katkılarda bulunmuştur.
Türkistanlıların Milli Mücadele sırasındaki önemli bir başka hizmetleri de Özbekler Tekkesi kanalıyla olmuştur.
İstanbul’un Üsküdar ilçesi Sultantepe semtinde yer alan bu tekke, konumu itibariyle son derece stratejik bir noktada bulunuyordu . Bu sebeple, işgal altındaki İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve insan kaçırılmasında en önemli merkezlerden biri olmuştur.[20] İsmet İnönü’den Mehmet Akif Ersoy’a, Halide Edip Adıvar’a kadar bir çok önemli isim bu kanalla Anadolu’ya geçmiştir. Tekke, gözden uzak bulunması sebebiyle, aynı zamanda bir hastane ve Anadolu’ya geçenlerle geride bıraktıkları arasında haberleşme merkezi görevi de görmüştür.
Özbekler Tekkesi’nin kuruluşu 18. yüzyıla dayanır. O dönemlerde Türkistanlı hacı adayları İstanbul ve Tarsus üzerinden Hacca gidiyorlardı. Yine böyle bir kafilenin Sultantepe’de konakladığını gören dönemin padişahı 1. Mahmut’un emriyle bugünkü tekke inşa edilmiştir. Yine padişahın fermanı gereği, tekkenin ihtiyaçları için özel bir tahsisat ayrılmıştır. Böylece uzun mesafeler katederek İstanbul’a gelen hacıların en iyi şekilde konaklamaları için her türlü imkan sağlanmıştır. Tekkenin şeyhleri de hep Türkistanlı Türkler olmuştur. Nitekim, Milli Mücadele döneminde tekkenin Şeyhi olan ve gösterdiği olağanüstü destekten dolayı İstiklal Madalyası ile taltif edilen Şeyh Ata Efendi de Özbek Türklerindendir. [21]
Son söz olarak, Milli Mücadele döneminde yalnızca Türkistan Türkleri değil, tüm Türk halkları Anadolu’ya yardım için seferber olmuşlardır. [22] Ancak, bu yazımızın çerçevesi içerisinde Türkistanlıların mücadelelerini ana hatlarıyla özetlemeye çalıştık.[23]
Diğer yandan bütün bunlar, Anadolu insanının fedakarlıkları ve mücadelesi ile karşılaştırıldığında sembolik sayılabilecek desteklerdir. Fakat, Türkiye Türklerinin en zor zamanlarında yapılan bu desteklerin kardeşlik hislerinin büyüklüğü ve derinliğini göstermesi açısından özel bir önem taşıdığı da açıktır.

Abdulhamit Avşar
“YOM” dergisi
Sayı 2, Yıl 1, Bakü 2005
Sayfa 87-92


[1] Nazım Hikmet, Dört Hapishaneden Kuvayi Milliyeye Destan, haz., Asım Bezirci, 2. bs., Cem Yayınevi, İstanbul, 1978, s. 121.
[2] Çağatay Koçar, “Çukurova’nın Kurtuluşuna İştirak Eden Türkistanlılar”, XI. Türk Tarih Kongresi’nden Ayrı Basım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1994, s. 2377-2387.
[3] Mesela bunun ilk örneklerinden birisi, dönemin Buhara Emiri Mir Haydar Han’ın tarafından, Osmanlı Sultanından yardım istemek üzere gönderdiği yazıdır. 14 Şubat 1816 tarihli “Name” olarak adlandırılan bu mektubunda Buhara Hanı, Osmanlı Devletinden bazı konularda kitaplar istemekte, çeşitli gelişmelerle ilgili bilgi sormaktadır. Belgenin en dikkat çekici yönü ise, Mir Haydar Han’ın , Kazgan ve Harezm yöneticileri üzerinde otorite kurabilmek için padişahtan izin ve destek isteyen satırlarıdır. Bk. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Dairesi Başkanlığı, Belgelerle Osmanlı – Türkistan İlişkileri (XVI – XX. Yüzyıllar), Başbakanlık Basımevi, Ankara, 2004, belge no 8, transkripsiyon s. 13-14.
[4] Konuyla ilgili olarak, bk. Başbakanlık Devlet Arşivleri, a.g.e., 20, 23, 46, 33, 39, 41, 45, 50 nolu belgeler ile 52- 63 arası belgeler.
[5] Diğerleri, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Afganistan.
[6] 6 Ekim 1920 yılında ilan edilen Buhara Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Maliye Bakanı sonra da Devlet Başkanı olacak olan Osman Hoca (Kocaoğlu), Başbakan Feyzullah Hocayev ve Milli Eğitim Bakanı Abdurrauf Fıtrat bir dönem İstanbul’da öğrenim görmişlerdir. Hatta, Osman Hoca ve Fıtrat İstanbul’da iken 1909 yılında “Buhara Tamimi Maarif Cemiyeti” adlı bir dernek kurmuşlardır.
[7] Ahad Andican, Cedidizm’den Günümüze Hariçte Türkistan Mücadelesi, Emre Yayınları, İstanbul, 2003, s. 90-91. Soysallıoğlu ile birlikte heyette, sonradan uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı yapacak olan Tevfik Rüştü (Aras), Fuat (Carım) ve Besim (Atalay) beyler bulunmaktaydı.
[8] Zeki Velidi Togan, Bugünkü (Türkili) Türkistan ve YakınTarihi, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1981, s. 415.
[9] Hakimiyeti Milliye, 8 Kanunusani (Ocak) 1922.
[10] İkdam, 10 Kanunusani (Ocak) 1922.
[11] Hakimiyeti Milliye, 8 kanunusani (Ocak) 1922. Konuşmanın gazetede yer alan tam metni şu şekildedir:
“Buhara Halk Şuraları Cumhuriyeti ahalisi ve hükümetinin İcra Komitesi ve Nazırlar Şurası namına gelen heyet-i muhteremenize Türkiye ahalisi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti namına beyan-ı hoş amedi eylerim.
Buharalıların milletimizle ırki ve dini revabıtı açıktır. İşbu revabıtın şimdiye kadar saha-i faaliyete geçmesine, müstevli ve zalim kuvvetlerin vücudu mani olmuştur. Kahraman Türk ordularının da büyük bir hassa-i müfehheratı olan Şark inkılab-ı kebiri, mazlum Şarklıları günden güne sıklaşan, sağlamlaşan bağlarla birbirlerine bağlamaktadır. Her milletin kendi mukadderatını kendisi tayin hakkını yalnız nazariyette değil, fiiliyatta dahi tanıyan Rusya rical-i inkılabının mefkureperver harekatı sayesinde, bugün Rusya’nın münkımeti olan müstakil Buhara Şuraları Cumhuriyetinin münesabatı hariciye hakkını istimal ederek temsilcilerini, Türkiye Halk Hükümeti nezdine gönderdiğinden dolayı Türkiye Büyük Millet Meclisinin Reisi sıfatıyla Cumhuriyet-i müşair-ün aleyhe arz-ı teşekkür ederim.”
Buhara ahalisinin Türkiye’deki Türk ve Müslüman kardeşlerine hediye olarak gönderdiği Kur’an-ı Kerim ile Türkiye Halk Ordusuna nişane-i takdir ve tebrik olarak irsal eylediği kılınç, Hak din ile hayat-ı hidame-i kuvveti temsil eden fevkalade muazzam ve kıymetdar iki yadigardır. Bu emanetleri elinizden alır iken kalbim heyecan ile doldu. Halkımız ve ordumuz uzaklardaki kardeşlerimizden gelen teşebbüsat ve tebrikat nişanelerinden, şüphesiz, çok mütehassis ve mesrur olacaklardır. Dindaş ve karındaş Buhara halkının arzusunu yerine getirmek, bu Kitab-ı Mukaddes’i millete, seyf-i azizi de İzmir fatihine teslim edeceğim. Allah’ın inayeti ile İnönü ve Sakarya muzafferiyetlerini kazanan milli ordumuz, İnşallah pek yakında bu kılıncı da kazanmış olacaktır. Heyet-i muhteremenize de Türkiye ahalisi ve ordusu, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti namına teşekkür ederim.”
Diğer yandan kılıç, İzmir Vilayet Konağı’na ilk bayrağı asan ve daha sonra İzmir soyadını alacak olan Yzb. Şerafettin’e verilecektir. Tarihin garip bir cilvesidir ki, Türkistanlıların getirdiği kılıcı almaya hak kazanan Yzb. Şerafettin de bir dış Türk’tür ve babası Kırım’da dünyaya gelmiştir. Yzb. Şerafettin2in hayatı ile ilgili daha geniş bilgi için bk. Kemal Arı, “9 Eylül Günü İzmir’e Giren İlk Türk Subayı – Yüzbaşı Şerafettin ve İzmir’in Kurtuluşu Üzerine Notları”, Toplumsal Tarih, Mayıs 2000, s. 20-24.
[12] O günlerde TBMM’nin resmi yayın organı Hakimiyeti Milliye gazetesi Galip Paşa ile özel bir mülakat da yayınlar. Bk. Hakimiyeti Milliye, 24 Şubat 1922. İçlerinde Ruşen Eşref (Ünaydın) ve Hamdullah Suphi (Tanrıöver)’in de bulunduğu büyükelçilik heyeti Buhara’ya gitmek üzere yola çıkar. Ancak, tam bu esnada Basmacılık hareketinin ortaya çıkması üzerine Sovyetler heyetin Batum’dan ileri geçmesine izin vermez. Heyet Trabzon’a geri döner ve 6 ay kadar burada bekler. Bir sonuç alınamayınca, TBMM kararıyla, vazifeleri uhdelerinde kalmak kaydıyla, geri çağrılırlar. Daha geniş bilgi için bk. Andican, a.g.e., s. 92-93.
[13] Nitekim kısa bir zaman sonra, Buhara Halk Cumhuriyeti’nin “Sovyetleştirilmesi” çabaları artmıştır. Hükümet üyeleri tutuklanır ve nihayet 19 Eylül 1924 yılında yıkılarak, yerine Buhara Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuş, ertesi gün bu devlet de feshedilerek, Sovyetler birliğinin bünyesine alınmıştır. Diğer yandan, Türkiye’ye gönderilen öğrenciler, 1923 yılı ortalarında kendi istekleri ile Bursa’ya nakledilmişlerdir. Daha sonra, Buhara Cumhuriyeti’nin yıkılmasından dolayı bu öğrencilerin ülkelerine dönmeyerek Türkiye’de kaldıkları tahmin edilmektedir.
[14] Bu konuda, Buhara Cumhurbaşkanı Osman Hoca’nın anıları için bak. Osman Kocaoğlu, “Rus Yardımının İçyüzü”, Yakın Tarihimiz, C.1, S.10, 3 Mayıs 1972, s. 292 vd. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Ansiklopedisi, C. 1, s. 340-343, Andican, a.g.e., 86-89.
[15] Örneğin, Sibirya’da esaretteyken Türkistan’a kaçıp burada, Buhara Ordusunun teşekkülünde önemli görevler üstlenen subaylardan biri olan Raci Çakıröz anılarında, altınların sayımında bizzat bulunduğunu belirtmekte ve bu konuda önemli bilgilere yer vermektedir. Raci Çakıröz, “Türkistan’da Türk Subayları 1914-1923”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, der. Timur Kocaoğlu, sayı 6, 1987.
[16] Bu konuda, “Kurtuluş Savaşı’nda Türkistanlılar” belgeseli için görüştüğümüz Osman Hoca’nın oğlu Doç. Dr. Timur Kocaoğlu, Eski Devlet Bakanı Prof. Dr. Ahad Andican, Prof. Dr. Cemalettin Taşkıran (Kırıkkale Ü.), Prof. Dr. Nuri Köstüklü (Selçuk Ü.), Osman Hoca ile yakın temaslar kurmuş olan Cemal Kutay, Em. Kur. Alb. Yrd. Doç. İsmet Görgülü (Başkent Ü.), Prof. Kemal Çelik (Başkent Ü.), Yrd. Doç. Abdulvahap Kara (Mimar Sinan Ü.) gibi akademisyenler de önemli bilgiler vermişlerdir. Timur Kocaoğlu’nun anlattığı ilginç bir anekdot da Buhara altınları meselesine aydınlık getirebilecek niteliktedir. Anadolu’ya yapılan bu yardımda, en önemli rolü oynayan dönemin Buhara Cumhurbaşkanı Osman Hoca (Türkiye’de “Kocaoğlu” soyadını almıştır), ülkesi Sovyet işgali altına düşünce, Afganistan üzerinden 1923 yılında Türkiye’ye gelir. Kendisiyle görüşen Mustafa Kemal Paşa’dan, sıcak bir ilgi görür. Daha da önemlisi Atatürk, Osman Hoca’ya milletvekili maaşı bağlattırır. Bu maaş Osman Hoca’nın vefatından sonra da devam eder ve eşi de ölünceye kadar bu maaşı almaya devam eder. (Timur Kocaoğlu ile yapılan özel röportajdan). (Osman Hoca’nın mezarı, İstanbul’da Özbekler Tekkesi haziresinde bulunmaktadır.)
[17] Çağatay Koçar, a.g.m., s. 2377, Alimcan İnayet, “Osmanlı Ve Cumhûriyet Döneminde Türk-Uygur İlişkileri (1861-1934)”, Gökbayrak, Ocak-Şubat 2001. www.hurgokbayrak.com.tr.
[18] Genel Merkezi Adana’da bulunan Kuvayi Milliye Mücahit ve Gaziler Derneği’nin kayıt defterlerinde bu Türkistanlılardan bir kısmının adı yer almaktadır. Yine, bu derneğin bir şubesi olarak kurulan Türkistan Kuvayi Milliye derneğinin kayıt defterlerinde de bir çok isim yer almaktadır. Ayrıca Tarsus şehir mezarlığı girişinde Milli Mücadele’de yer alan Türkistanlılar adına bir anıt dikilmiştir. TRT’de Cumhuriyetin kuruluşunun 82. yıldönümü dolayısıyla hazırlanan “Kurtuluş Savaşı’nda Türkistanlılar” belgeselinde, o dönem Çukurova Kuvayi Milliyecilerinden 50 dolayında yakını tesbit edilmiş ve çekimler yapılmıştır.
[19] Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, 2. bs., Adana, 2000, s.102.
[20] Bu konuda detaylı bir çalışma için bk. Süleyman Beyoğlu, “Milli Mücadele ve Özbekler Tekkesi”, 1. Üsküdar Sempozyumu Bildirileri, 23-25 Mayıs 2003, Cilt 1, s. 200-210.
[21] Özbekler Tekkesi’nin Osmanlı modernleşmesi ve fikir akımlarındaki rolü hk. ayrıca bk., Cengiz Bektaş, “Özbekler Tekkesi”, Tarih ve Toplum, sayı 9, İstanbul, Eylül 1984, s. 40-43, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Özbekler Tekkesi maddesi ve Mehmet Altun, “Kuvayi Milliyecilerin Gizli Sığınağı ve Ardındaki Bilinmeyenler”, Toplumsal Tarih, sayı 112, İstanbul, Nisan 2003. Bilindiği gibi, Mehmet Akif’in annesi de Türkistan Türklerindendir.
[22] Bunlardan özellikle Azerbaycan Türklerinin yaptığı yardımlar ve Milli Mücadele saflarında savaşan Azerbaycanlılara ayrı bir bölüm ayırmak gerekir. Umarım, bir başka vesile ile elimizdeki bu konudaki bilgi ve belgeleri kamu oyuna aktarmak imkanı doğar. Şunu da belirtelim ki, o dönemde yalnız Türk dünyası değil, Cezayir’den, Hindistan’a, İran’dan Tunus’a, Afganistan’a kadar pek çok insan Milli Mücadele saflarında yer almıştır.
[23] Bu konu bile başlı başına bir kitap hacmini dolduracak genişliktedir. Kısmet olursa, belgeselimiz için yaptığımız çekimlerin ve arşiv belgelerinin dökümünü yayınlayarak bu konuya biraz daha geniş bir pencere açmaya çalışacağız.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Selçukluların Tarih Sahnesine Çıktığı KAYIP ŞEHİR: CEND

Nehrin ötesi anlamına gelen “Maveraünnehr”, Ceyhun Irmağı’nın kuzeyinde uzanan merkezî Asya bölgesini anlatır.   Müslüman Araplar, bu tanımlamayı, Grekler ve Romalıların klasik literatüründe kullanılan “Transoksiyana” sözünün tam karşılığı olarak kullanmışlardır. Bölgenin güney sınırlarını Ceyhun Irmağı (Amuderya) belirlerken, kuzey sınırlarında da Seyhun Irmağı (Sirderya) uzanır. Maveraünnehr, tarihin ilk dönemlerinden itibaren önemli yerleşim yerlerinden biri olmuş, medeniyetlere, cihan imparatorluklarına beşiklik etmiştir. Anadolu’ya, adları, Ceyhan ve Seyhan olarak taşınan bu ırmaklar arasında uzanan uçsuz bucaksız toprakları bir tenakuzlar coğrafyası olarak tanımlamak yanlış olmaz… Buralarda seyahat ederken verimli ovaların hemen ötesinde ufukları kaplayan bozkırlar karşılar insanı… Seyredenlere azamet duygusu veren yüce dağların zirvelerinden ise karlar hiç eksilmez… Aynı zamanda bir imparatorluklar beşiğidir Seyhun ve Ceyhun arası engin topraklar… Renkli ve sonsuzmuş

Çöl Ortasındaki Medeniyet Havzası: TURFAN

Rus kâşif Kuznetsov, “Orta Asya’yı gezen herhangi birine ayrımların dışında aklında ne kaldığını soracak olursanız, size ‘çelişkiler’ diyecektir” der. Gerçekten de anayurdun uçsuz bucaksız coğrafyasında, her yerde ve her şeyde insanda hayranlık uyandıran bir tenakuzla karşılaşmak âdeta tabii bir durumdur. Kadim İpek Yolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Doğu Türkistan’ın Turfan şehri, bu çelişkilerin en bariz misallerinden biri olarak karşımıza çıkar.   Şehrin kuzeyinde uzanan efsanevȋ Tanrı Dağlarının 5445 metre yüksekliğindeki Bogda Tepesi, yılın her günü buzullar ve karlarla örtülü iken, d ünyanın Lut Gölünden sonraki ikinci çukurunda yerleşen Turfan ise, denizden 154 metre aşağıda kurulmuştur ve sıcaklık yılın pek çok ayı boyunca 40 derecenin üstünde seyreder, yazın ise 50 dereceyi bulur.   Bu sebeple "od vahası", “alev vahası” olarak da adlandırılır. Şehrin etrafını çevreleyen dağların adları da bu tenakuzu gözler önüne serer ve coğrafya hakkınd

ÖRNEK BİR BÜYÜKELÇİLİK

            Bugün bayram... Gönüllerimizin umutla dolduğu, sevinç içinde olmamız gereken günler, bugünler... Bu sebeple ben de bu anlamlı günde, ülkemiz için yurtdışında yapılan güzel faaliyetlerden söz etmek, bu konudaki hatıralarımdan yola çıkarak bazı gözlemlerimi aktarmak istiyorum. Örneğim de son yurtdışı görev yerim Kazakistan'dan olacak.               Öncelikle söylemek gereken, bulunduğum süre içinde ülkemizin Kazakistan'daki büyükelçiliğinin çok gayretli, samimi ve kardeşçe hislerle çalıştığıdır. Her düzeydeki büyükelçilik mensuplarının iki ülke ilişkilerinin daha da geliştirilmesi, güçlendirilmesi için nasıl samimi çaba gösterdiklerini görerek ülkem adına hep sevinmişimdir.               Elbette bunda, ülkemizin dış misyonlarındaki yeni görev anlayışının büyük rolü olduğu kuşkusuzdur. Ancak insan unsurunun da en az bunun kadar önemli olduğu da bir gerçek. Örneğin ben ilk gittiğimde Astana Büyükelçisi olan Sn. Nevzat Uyanık, Müsteşar Sn. Özlem Hersan idi ve onların lid